943 yılının eylül ayı sonlarında çıkacaktım ve çıkma günüm yaklaşıyordu. Bir gün işten dönmüştüm, koğuşta genç irisi bir köylü çocuğu.. Nâzım ona bir şeyler anlatıyordu. Bir ara çocuk, cebinden bir not defteri çıkardı, Nâzım'ın söylediklerini yazmağa başladı:
- ..Bir, iki, üç numara fırça, yağlıboya fırçası, üstübeç, tutkal..
- Başka.?
- Şimdilik bu kadar.
Çocuk, defterini cebine soktu. Zeki bakışları vardı.
- Peki üstadım, dedi, yarın görüşme günü, babam köyden gelir, ısmarlarım..
Çocuk gittikten sonra Nâzım anlattı:
Bir tarla yüzünden, biraz da babasının teşvikiyle komşu tarla sahibini öldürmüş, on beş seneye mahkûmmuş. Kara kalemle ve murabba usulüyle şunun bunun fotoğrafını büyütürmüş.. Gelmiş yanına, ''sana çıraklık etsem bana yağlıboya öğretir misin.?'' diye sormuş. Anlaşmışlar.. Yarın veya öbür günden itibaren başlayacakmış. Nâzım:
- Gördün ya, demir gibi çocuk.. dedi, ne esrar, ne afyon, ne bıçak, ne kumar..
Çocuk her sabah gelir, Nâzım resim yaparken yanında oturur, ona çıraklık ederdi: fırçalarını yıkar, paletine boya sıkar, tutkal ve üstübeçle resim bezi hazırlar, bilhassa, iri gözlerini büyük bir dikkatle Nâzım'ın fırçasına dikerek, dinç bir sabırla bakar, bakardı.
Günler bu suretle gelip geçiyordu. Her sabah işe çıktığım için, nasıl çalıştıkları hakkında bilgim yok. Yalnız Nâzım sık sık ''bu çocuktaki şayânı hayret kabiliyet''ten bahsederdi. (*)
*
* Ressam Balaban