İnanç, Kanı ve Kanaat Üzerine Morfolojik Bir İnceleme

Ockham'ın Usturası

İlker Balkan
İnsanları inandıkları şeylerden vazgeçirmek, bir şeye inandırmaktan daha zordur.
Sayfa 17 - Altın Bilek Yayınları, Ernest Renan
Eğer gerçeği gerçekten bilmek istiyorsan yaşamında bir kez olsun her şeyden şüphe et.
Sayfa 30 - Altın Bilek Yayınları, Descartes
Ockham'ın Usturası
Her şeyin birbirine eşit olduğu bir ortamda, en basit açıklama doğruya en yatkın olandır.
Sayfa 15 - Altın Bilek Yayınları
Medyanın, çok satan safsata kitapların, yarışma programlarının, bu kadar şiddetli bir şekilde yaşamımıza nüfuz eden rekabetin, paraya dayalı değer ölçme sisteminin, bilgi gibi, adalet gibi, bilim gibi karşılığı maddi bir ölçeğe indirgenemeyecek değerlerin de bir ölçme ve değerlendirme birimi haline gelmesi; daha da kötüsü paranın bizatihi sahibi tarafından bilgi, adalet, bilim, sanat gibi değerlerin ikamesi olarak kullanılmaya çalışılması, hatta paranın tüm bu kavramsal değerleri satın alabildiğine duyulan güçlü inancın giderek genele yayılması, bu okumuş cahillerin yıllardan beri tüm toplumlara dayatmaya çalıştığı bir yeni değer inancıdır. Elbette bu da bir inanç yönetimidir ve etkileri itibariyle bakıldığında bugün gerçekten de başarılı olmuş bir yönetimdir.
Yani inanmak bir bilme yöntemi değildir ve çoğunlukla inandıklarımız, gerçeğin kendisinden çok uzaktır.
Sayfa 22 - Altın Bilek Yayınları
İnanmak bir bilme yöntemi değildir ve çoğunlukla inandıklarımız, gerçeğin kendisinden çok uzaktır.
Binlerce yıldır, içinde ne yazdığını anlamaya ve birbirinden farklıymış gibi görünen kitapları çözümlemeye, yaşamını, çevresini, beklentilerini ve umutlarını, geleceği bu bilgilere göre biçimlendirerek yaşamaya çalışan yığınlar ne huzuru, ne de mutluluğu yakalayabildi henüz. Kutsal kitapların metinlerarası geçişme özelliklerini yirmibirinci yüzyılda bile tam olarak çözememiş toplumlar, dinin ortaya çıkışı ve dönüştürücü gücü üzerine pek fazla düşünmeden, bildiklerini sandıkları şeyleri uygulamaya devam ettiklerinde, büyücü olarak etiketlenen kadınları ya da uğursuzluk getirmesin diye kedileri yakan bir anlayışa sahip olan Orta Çağ'ın karanlığındaki insanlardan farksız bir biçimde yaşamaya devam edebiliyorlar.
Bildiklerimize sürekli yenileri eklenmekte. Çok şey bilen ancak ne bildiğini tam olarak anlamayan ve anlatamayan bir insan tipi çıkıyor ortaya yavaş yavaş. Hemen herkesin belli bir inancı var ve bu inanç çerçevesinde biçimlendirilmiş, idealize edilmiş yaşamları oluşturmaya, yaşamaya ve gelecek kuşaklara aktarmaya çalışıyorlar. Edimlerini düşünmeden, otomatikleşmiş, yapıntı eylemlere dönüştürürken sorgulamayı unutan beyinler yüzünden, birlikte yaşamın tüm süreçleri, öyle ya da böyle, neredeyse binlerce yıldır çözülemeyen sorunlarla halen el ele. Ne haksızlıkların önü alınabildi günümüzde ne de yepyeni ve idael yönetim biçimleri keşfedilebildi. Açlığın, sevgisizliğin, savaşların, sonu gelmeyen çekişme ve çatışmaların da önünü alamadı tüm bu bilgiler. Otomobiller belki yakında uçmaya başlayacak ancak biz her ne kadar ilerliyormuşuz gibi görünsek de yerimizde saymaya devam ediyoruz.
İnanmak için inanmanın gerekli kılındığı, postmodernizmin tüketim kültürü ile medya masallarının çağı biçimlendirdiği ve içinde yaşayan insanı belli davranış kalıplarına zorladığı bir süreçten geçiyoruz.
İnancın toplumu şekillendirici etkisi karşısında durmadan yeni inanç ögeleri pompalayan inanca dayalı gruplar, kutuplar, klanlar yaratan bir sosyal mühendislik geliştirmek de antik dönemde tanrı kavramını geliştirmek kadar sıra dışı ama kaçınılmaz bir atılımdır. Toplumun güdülmesi bakımından bir örnek haline getirilmeye çalışılan fertlerin, bireysel özelliklerinin de inançların altında birbirine benzemekten ziyade yokolmaya gittiğini gözlemlemekteyiz. Özgür düşüncedeki atılımın, Avrupa'da bugün mimaride, resimde, heykelde, müzikte, edebiyatta, felsefede klasik olarak adlandırabileceğimiz eserlerde bir patlama yaratması; yanında bilimin bizatihi kendisinin ortaya çıkması, bireysel çabaların ne denli özgürlük bağımlısı olduğunu kanıtlar niteliktedir. Totaliter cemiyetlerin sanatta, bilimde, felsefede ve diğer tüm alanlarda kara bir örtünün altına sızan azıcık ışıkla yetinmeye mecbur kalmaları da tam olarak kendilerini bir arada tutmak ve kitleyi yönetmekle ilgili geliştirdikleri inanç yönlendirmeli totaliter mühendisliğin, yani kurumsal ve kuramsal anlamda kendilerinin bir sonucudur.
Tanrısal güç, hükmettiği toplumdaki algıları ve toplumun ortak yaşamaktan kaynaklanan sorunlarını yönetmek konusunda genel geçer hipotezler geliştirmeye ve başarılı olanlarını birer ilahî kural olarak topluma dayatmaya gayret etmiştir. Toplumun sorunlarına, örneğin miras paylaşımına, kimlerin savaşa asker olarak katılacağına, toplumsal üremeyi garanti altına alacak bir evlilik düzeni geliştirilmesine, ölüleri nasıl ortadan kaldıracaklarına, nasıl yas tutacaklarına, iktidarı nasıl kutsayacaklarına, toplumsal umut düzeyini nasıl geliştireceklerine, kayıplar karşısında nasıl avunacaklarına, ortak yaşamanın hem sosyal hem de ekonomik maliyetini nasıl üleşeceklerine ilişkin çok geniş bir alanda ve birbirinden çok farklı çözüm hipotezlerinin dinsel buyruklar olarak ortaya atıldığında kabul edilebildiğini, benimsendiğini ve iyi kötü bir uygulama karşılığı bulduğunu görüyoruz.
Sadece 5 yıl önce, bugün bildiğimiz birçok şeyi henüz öğrenmemiştik; geçtiğimiz yüzyılın başında, bugün tek bir iğne ile yokedebildiğimiz hastalıklardan ölüyorduk ve bilimkurgu kitaplarında bile neredeyse hiç bahsedilmiyordu uzaya yolculuktan. Bırakın alt parçacıklarını filan daha atomun kendisini dahi görememiştik; dünyanın gerçek şekli hakkında akademik olarak bile şüphe duyanlar vardı çünkü henüz uzaydan çekilmiş bir fotoğrafı yoktu. 5.000 yıl önce henüz daha yazıyı yeni keşfediyorduk ve kurallı olarak dert anlatacak, sanat yapacak, bilim yapacak bir dilimiz olmadığı gibi, modern bilimi keşfetmemiz için de 4.600 yıl daha beklememiz gerekecekti. 50.000 yıl önce muhtemelen ancak yeni ayağa kalkmıştık ve birkaç ses dışında bir dilimiz olmadığı gibi, dünyada çok kısıtlı bir bölgede yaşıyorduk. Evrenin yaşı 13.6 milyar yıl, dünyanınki ise 4.5 milyar ve bizim gerçek anlamıyla bilimsel yolculuğumuz 5. yüzyılına yeni girdi. Bu kadar kısa zamanda bu kadar büyük bir ivme kazanan bir kümülatif zihin hareketinin, önümüzdeki 500 yılda, 5.000 yılda, 50.000 yılda neleri keşfedeceğini, nelerin üstesinden geleceğini, daha bilmediğimiz neleri ortaya atıp ispat edeceğini kestirmek imkansız.
İnancın toplum mühendisliğindeki yaygın etkisini, toplumun makineleşen düzeniyle birlikte düşünmek, gerçeğe ulaşmak bakımından oldukça faydalı olur. Bugün toplumda orta direk denilen orta gelir düzeyli insanların yaşamlarının ne kadar homojen olduğu şaşırtıcıdır. Haftalık çalışma rutini, haftasonu AVM etkinliği ve pazar sabahı miskinliğinden oluşan bir planın yıllarca sekteye bile uğramadan devam etmesinin yarattığı motor alışkanlıkların kolay kolay terk edilemeyen bir yaşama yöntemi inancına dönüşmesi -aslında evrilmesi daha doğru bir sözcüktür- bireylerin tek tek ve toplamda da toplumsal düzeyde entelektüel gereksinimlerinin azalmasına, hatta yokolmasına neden olmaktadır. Entelektüel gereksinimler sanatla, sporla, edebiyatla, felsefeyle, bilimle ilgilenmeyi gerekli ve çekici kılar; hepsi yaşamın bizatihi kendisini ve bireyin yaşam içindeki varlık sorununu anlamlandırmayı ve doğru bir yaşam kalitesi konumlandırmayı sağlar. Sığ bir entelektüel gereksinim düzeyi aynı düzeyde sığ ve anlamsız, motor etkinlikler içinde kaybolmuş bir yaşam ortaya koyar. Sanatın, bilimin, felsefenin, sporun, sinemanın ve daha sayamadığımız pek çok sanatsal, sosyal ve kültürel etkinliğin hem ortaya çıkış nedeni hem de şimdiye kadar varoluş sebepleri entelektüel dünyaya yatırım yaparak yaşamı daha kaliteli hale getirmekti.
Jacques Ranciere, Demokrasi Nefreti adlı çalışmasında bu monokratik sistemlerin getirdiği zorluklara karşılık yaratılmış bir sistem olan demokrasi ve onun ilkel birer çeşitlemesi olarak ortada gezinen meşruti sistemlerin, tarih boyunca denendiğini ve toplumda hem bireysel bazda hem de genel refah bazında en ideal yönetim olarak demokrasinin benimsendiğini belirtir. Buna rağmen, bugünün dünyasının, demokratik yollarla başa geçen kişilerin yine monokratik eğilimler göstermeye başladığını, demokrasinin eksiklikleri ve uygulamadaki aksaklıkları bahane ederek yeniden tek kişilik siyasi güce erişmenin peşinde koşanların maalesef hala büyük bir güruh tarafından alkışlanmakta olduğunu da belirtir. İran gibi seçimle demokrasiden feragat eden ülkeleri anan yazar, bunun yanında seçimle ve demokratik ekolle gelmiş olanların tiranlık düzeyinde davranışlar ve savaş araçlarını kullanarak sözde demokrasi ihraç etmeye çalıştıklarının da altını çizerek şu saptamayı yapar: Demokrasiyi bir araç olarak kullananların ve demokratik kavramlar üzerinden evrensel kabul yaratmaya çalışanların oluşturduğu totalitarizm ile köktenci kavramlar ve inançları kullanarak bağnaz ve diktatöryel söylevler ile oluşturulan totalitarizmin, evrensel toplumun geleceğini şekillendirmek bakımından birbirlerinden çok da bir farkları yoktur.
Daniel Dorling'in belirlemelerine göre dünya nüfusunun en fakir yüzde 10'luk kısmı sık sık açlıkla karşı karşıya kalırken, en zengin yüzde 10'luk kısmın içindeki bireylerin aile geçmişlerinde ise böyle bir açlık anı, böyle temel bir gereksinime erişememenin getirdiği yoksunluktan kaynaklanan bir rekabet hırçınlığı gözlenmiyor. Ancak rekabet konuları örneğin eğitim gibi alanlara ilerletildikçe, bu kez farklı gelir seviyeleri arasında değil, aynı gelir seviyelerindeki bireyler arasında hırçın bir rekabet görülmeye başlıyor.
Sayfa 84 - Altın Bilek Yayınları
Resim