Kurtulacağız, bizi terk edenlere duyduğumuz nefret kurtaracak hepimizi, geri dönüp gözlerinin içine bakacağız, bir daha ne uyuyabilecekler ne yaşayabilecekler ne de lanetimizden kurtulabilecekler, biz yaşayacağız, onlar işledikleri suçun ağırlığıyla her gün ölecekler, sonsuza dek - belki o sessiz ışıktan ya da tembelce dalgalanan denizden dolayı biraz soluklanıyorlar, ama kimsenin ağzını bıçak açmıyor ve umutsuzluk uysallığa, düzene ve sakinliğe dönüşüyor ...
Yürüyoruz, kumda şu ayak izlerini bırakıyoruz, orada net ve düzenli bir biçimde kalıyorlar. Ama yarın, uyanıp bu büyük kumsala baktığında ne bir ayak izi ne bir başka işaret, hiç bir şey göremeyeceksin. Deniz gece siliyor her şeyi. Gelgit gizliyor. Sanki oradan kimse geçmemiş gibi. Sanki biz hiç var olmamışız gibi. Dünyada bir hiç olduğunu düşündürecek tek yer burasıdır. Artık toprak değil, ama henüz deniz de değil. Sahte yaşam değil, gerçek yaşam değil. Zaman. Geçen zaman. O kadar.
İnsan kendi kendine büyük hikayeler yaratır ve yıllarca onlara inanır, ne kadar çılgınca ve inanılmaz oldukları önemli değildir, içinde saklar onları. Bu tür şeylerle mutlu bile olunur. Mutlu. Asla sona ermeyebilir bu mutluluk. Sonra, bir gün gelir ve büyük düş makinesinin önemli bir parçası tak diye kırılır, sebepsiz yere, ansızın kırılıverir, kaliverirsin öylece, o harika hikayenin neden artık içinde değil de karşında olduğunu anlayamazsın, sanki başka birinin çılgınlığı gibi gelir, sensindir o başkası. Tak diye. Bazen küçücük bir şey yeter. Örneğin bir soru. Evet bir soru yeter.