Gün olur güçlü bir yazma dürtüsü bizi büsbütün ele geçirir. Yazarımızın da başına gelen bu dürtüyle ilgili, bence oldukça cesur olan bir itiraf bulunuyor kitapta. Yazma isteğinin bir şeyin üstesinden gelmek için değil, onu yanında kanlı canlı görebilmekten geldiğini anlatıyor yazar. Sosyal varlıklarız, anlatma ve içimizdekileri adeta damıtma ateşiyle yanıp tutuşuyoruz. Bu birçok insan için böyle. Hatta artık kalıplaşmış bir sonuca vardık sayılır, içinde tutan insan zarar görür. Ben de yazma sürecini çoğu zaman zihni boşaltma ve rahatlama şeklinde görürüm. Ama aslında en çok anlattıklarımız, en çok aklımızda kalanlardır. Ve hayatımızı düşünürken aklımıza, acısıyla tatlısıyla bu ‘en çok hatırımızda kalanlar’ beliriyorsa zihnimizde, bizi biz yapan şeylerle karşı karşıya kalıyoruz aslında. Belki de bu yüzden bizi biz yapanları kalıcı hale getirmek, dolayısıyla ‘biz’i arttırmak üzere yazıyoruzdur. Ve yazdıktan sonra gelen o oh be! hissi, bizim için unutulmaz olan şeyi garanti altına aldığımız içindir; evet, bu an artık resmen benim!