O, etinin diriliğini parmaklarında, nefesinin sıcaklığını yüzünde duya duya bir insanı boğamazdı. Bıçak da sokamazdı kimsenin karnına. Her şey birdenbire olmalıydı; birkaç el silah sesi, biraz duman...
Sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini bilemeyecek kadar dalgın, kararsız ve pişman bir ülke. Garsonlarıysa, mutlu mu mutlu. Çünkü dalgın, kararsız ve pişman bir ülke, elini alnına dayayarak sessizce içer birasını. İkide bir meze kültürünün sınırlarını zorlamaz yani ve kafası attıkça ikide bir masayı sandalyeyi devirip göbek atmaya kalkışmaz. Başka bir deyişle, dalgınlığına demirlidir her zaman, gitse gitse kararsızlıklarına gider arada bir ve hep pişmanlığından döner gelir kendine. Gri sakallı gibi tıpkı, ben gibi, karmaşa gibi...
Kar Hala yağıyordu. Kar, durup dinlenmeden yağıyordu, boynumuza kulağımıza dolarak, hatta kirpiklerimizi birbirine düğümleyerek yağıyordu; neden yağdığını düşünmemize fırsat tanımadan yağıyordu; adımlarımızı körelterek yağıyordu; ağırlığını taşıdığımız umutların üstüne yığarak yağıyordu, bıkmadan, usanmadan yağıyordu ve şefin sesi ağzından çıkar çıkmaz kara dönüşüyordu artık; sessizce yere düşüyor, birikiyor ve dizlerimizi aşıp göbeğimize doğru yükseliyordu.