1300-1700

Osmanlı Dünyası ve Avrupa

Daniel Goffman

Osmanlı Dünyası ve Avrupa Posts

You can find Osmanlı Dünyası ve Avrupa books, Osmanlı Dünyası ve Avrupa quotes and quotes, Osmanlı Dünyası ve Avrupa authors, Osmanlı Dünyası ve Avrupa reviews and reviews on 1000Kitap.
Murad’ın döneminde sık sık meydana gelen çatışmalar, Osmanlı askeri ve bürokratik kurumlarının gelişmesine ivme kazandırdı. Murad yalnız yeniçeri ocağını büyütmekle kalmadı, Venedik deniz gücüyle Ege ve Karadeniz’de boy ölçüşmek üzere bir donanma da meydana getirdi. Osmanlıların, barutu benimseyerek hem yaya askerleri kaval tüfeğiyle donatmaları, hem de kuşatmalarda büyük toplar kullanmaları da II. Murad’ın hükümdarlığına rastlar. Bu yeniliklerle atbaşı giden ve yenilikleri gerçekleşme aşamasına getiren iktisadi büyüme sayesindedir ki, gelir artmış ve Osmanlı bürokrasisi ile yönetici sınıfı genişlemişti. Sonuç olarak, II. Mehmed 1451 yılında ikinci kez tahta oturduğunda,Tuna’dan İç Anadolu’ya dek uzanan topraklarının büyüklüğü ve kaynakları kendinden öncekilerin sahip olduklarını kat kat aşmıştı. Ülke fiziksel açıdan büyürken, Osmanlıların kimlik duyguları da olgunlaştı.
Her ne kadar Osmanlı tarihinin “klasik dönem”i İstanbul’u alan II.Mehmed’le başlamış kabul edilirse de, dönemin en önemli savaşlarının kazanılması ve en yaşamsal kurumlarının kusurlarından arındırılması,babasının hükümdarlığı döneminde olmuştur. II. Murad 1421’de tahta çıktığında,önce Bizans’ta tutsaklığı sona erip yeni sultana karşı uç beylerinden bir ordunun başına geçen amcası Mustafa ile başa çıkmak zorunda kaldı; ardından, Batı Anadolu beyliklerinin kışkırtmasıyla baş kaldıran (yine Mustafa adlı) kardeşiyle karşı karşıya geldi. Bu rakipleri yendikten sonra Murad, önündeki yirmi yılın büyük bölümünü, 1430 yılında Selanik’in yeniden alınmasıyla son bulan bir dizi seferde Venediklilere karşı ve 1440’ların başında Murad'a başarıyla karşı koymuş Yanoş Hunyadi’nin başında bulunduğu Macarlara karşı bir dizi sefereçıkarak geçirdi. Yirmi yıl boyunca kesintisiz süren savaş sonunda anlaşılan yorgun düşen Osmanlı sultanı, 1444 yılında rakipleriyle hem Anadolu, hem de Avrupa’da barış antlaşmaları imzaladı ve tahtı on iki yaşındaki oğlu Mehmed’e bıraktı.
Reklam
Asya'nın aranan mallarını dağıtanın İslam dünyası olması, Batı Avrupalıları bu dünyayla ticari ilişkilerini sürdürme ve geliştirmekte daha da istekli yapsa da, aralarındaki bağı biçimlendiren, Osmanlıların bir İslam toplumunda Müslüman olmayanlara biçtiği roldü. Geç ortaçağın Avrupalı Hıristiyanları “öteki”yle, özellikle Musevilerle ve Müslümanlarla ilişkilerini çoğu kez şiddetli zulüm ve dışlama biçiminde yürütüyorlardı. Osmanlılar kendi içlerindeki “öteki”lere daha az şiddetle, kuramsal bir Müslüman üstünlüğü dayatarak davranıyorlardı (bu üstünlük, Müslüman olmayanlardan alınan bir kelle vergisi ve çoğunlukla belirli simgesel, özel yaşamı düzenleyici kısıtlamalarla belli ediliyordu); bunu yaparken gösterdikleri neredeyse katıksız, fakat etkili bir umursamazlık içinde, imparatorluktaki çeşitli dinler, etnik cemaatler ve yabancılar yan yana yaşıyor ve sonuçta kendi iradeleriyle kaynaşıyorlardı.
Öte yanda, Osmanlı İmparatorluğu pek çok kültür ve geleneğin karışımı olarak ortaya çıktı. Meşruiyetini ise yine “evrensel” bir inançtan —en azından koyduğu kurallar bakımından, değişime (bida) karşı çıkmayı benimsemiş-İslam inancından alıyordu. Padişahlar kendilerini ve toplumlarını Müslüman, devletlerini de İslam devleti olarak tasavvur ettikleri için, her hükümdar dininin yasalarına (şeriata) uymak ya da uyar görünmek zorundaydı. Her yeniliğe, İslamın öğretileri açısından haklı bir gerekçe bulmak gerekiyordu. Dinsel kısıtlamalar pek çok biçimde ortaya çıktı, Osmanlı toplumunu olgunlaşmaya yöneltti ve Osmanlı yayılmasının yönünü belirledi.
Tarihçiler genellikle Anadolu ve Balkan topraklarına yapılan Türk. men akınlarını barbar yağmacılığı olarak nitelendirirler; oysa bunların, yeni ve özgürlük getiren bir imparatorluğun temellerinin atılışı olduğu aynı derecede kolaylıkla düşünülebilir. Konstantinopolis'in Osmanlıların eline geçmesinin Batı uygarlığı için bir felaket olarak betimlenmesi bunun en tipik örneğidir; oysa bu rejim değişikliği, canlılık kaynağı art bölgelerinden koparılmış görkemli bir kentin yeniden doğuşu olarak da görülebilir, aynı kolaylıkla,9 Osmanlıların Balkanlar'ı fethi, çoğunlukla o bölgenin tarihinin askıya alınması ve dıştan gelen tanrıtanımaz bir yayılmacı gücün “boyunduruğu” altında tutsak edilmiş bir toplumun kıpırdayamaz duruma düşmesi olarak düşünülür. Oysa, bakış açısı değiştirilirse, Osmanlı uygarlığının Avrupa'nın içine işlemesiyle gelen karşılıklı toplum kaynaşması ve kültür harmanlamasına, canlılık ve yaratıcılığın patlaması olarak bakılabilir, Osmanlı İmparatorluğu geleneksel olarak Hıristiyanlara zulmeden bir güç olarak görülmüştür; ama bunun yerine, acımasızca hoşgörüsüz Hıristiyan Avrupa'dan kaçanlar için bir sığınak olarak da değerlendirilebilir.
"Osmanlı dünyasında Hristiyan dünyasından kaçmış binlerce dönme varken, Hristiyan Avrupa'da Islâm dininden dönenlere hemen hemen hiç rastlanmıyor."
Reklam
Bu karışıklık yıllarında imparatorluk ayrıca din baskısından kaçanların sığınağı oldu. Örneğin, Fransa'dan zorla sürgün edilen Huguenotların bir kısmı XVII. yüzyıl ortalarında İstanbul'da kaldı ve İngiltere'de Cromwell'den kaçmış bazı Anglikan din adamları, Quaker mezhebi mensupları, Anabaptistler ve hatta Katolik Cizvitler ve Kapuçinler İmparatorluğa yerleştiler ve topraklarında dolaştılar. Böyle eklektik bir Hristiyan karışımına bakınca Batı Avrupalı dinsel muhalifler için kolonyal dönemdeki tek sığınağın Kuzey Amerika olmadığı akla geliyor.
Osmanlı İmparatorluğu geleneksel olarak Hristiyanlara zulmeden bir güç olarak görülmüştür; ama bunun yerine, acımasızca hoşgörüsüz Hristiyan Avrupa'dan kaçanlar için bir sığınak olarak da değerlendirilebilir. Ne de olsa, Osmanlı dünyasında Hristiyan dünyasından kaçmış binlerce dönme varken, Hristiyan Avrupa'da İslam dininden dönenlere hemen hemen hiç rastlanmıyor.
Osmanlıların Balkanları fethi çoğunlukla o bölgenin tarihinin askıya alınması ve dıştan gelen tanrıtanımaz bir yayılmacı gücün boyunduruğu altında tutsak edilmiş bir toplumun kıpırdayamaz duruma düşmesi olarak düşünülür. Oysa, bakış açısı değiştirilirse, Osmanlı uygarlığının Avrupa'nın içine işlemesiyle gelen karşılıklı toplum kaynaşması ve kültür harmanlamasına, canlılık ve yaratıcılığın patlaması olarak bakılabilir.
Tarihçiler genellikle Anadolu ve Balkan topraklarına yapılan Türkmen akınlarını barbar yağmacılığı olarak nitelendirirler; oysa bunların yeni ve özgürlük getiren bir imparatorluğun temellerinin atılışı olduğu aynı derecede kolaylıkla düşünülebilir. Konstantinapolis'in Osmanlıların eline geçmesinin Batı uygarlığı için felaket olarak betimlenmesi bunun en tipik örneğidir; oysa bu rejim değişikliği, canlılık kaynağı art bölgelerinden koparılmış görkemli bir kentin yeniden doğuşu olarak da görülebilir.
41 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.