Böbürlenmekte haklı Fransızlar, Paris'in üstünden. Biz de böbürleni- yoruz İstanbul'a bakıp, acaba hangi hakla?
Kentin antik siluetini koruyamamışız. Osmanlının yarattığı dokudan, anıtlar ve biriki perişan Zeyrek Sokağı dışında eser kalmamış. Modern dünyanın mühründense büsbütün yoksun İstanbul. Bir bulamaç var karşımızda.
Oysa İstanbul'un konumu, Paris'inkine oranla çok daha zengin, düpedüz olağandışı: Marmara, Haliç, Boğaziçi; tepeler, korular, adalar ve tarihsel/kültürel bir piramit.
Tek, dev bir fark görünüyor aslında: Paris'i sıkısıkıya koruyorlar, İstanbul'u hızla ufalıyoruz. Uygarlar, değiliz.
Paris'le tanışma görgüm İstanbul'a yaklaşımımı değiştirmişti. Yoğurtçu Zülfü'yü, Sıraevler Sokağı'nı, Nakkaştepe'yi ve Doğancılar'ı, Balat'ı ve Rumelifener'ini, Yeşilköy'ün arka sokaklarını ve Zeyrek'i o perspektifle keşfettim.
Yılgı verici yönetimlerden kaçanlar kendilerini burada, özgürlüğün Avrupa'daki simgesi haline gelen Paris'te bulmuşlar.
Şehir bununla, bu yanıyla övünmekte haklı. Çok mu konuksever davranmıştır? Bağrını açtığı doğru: Ülkelerinde sıkışan sayısız Amerikalı- nın, Almanın, Polonyalı ya da Rusun, Güney Amerikalı ya da Kuzey Af- rikalının Paris'e sığındığını biliyoruz. Herkese iyi davranmamış, iyi gel- memiştir ama: Cesar Vallejo, Sadık Hidayet, Paul Celan burada intihar edenlerden birkaçı. Ben çeyrek yüzyıldır tanıyorum bu kenti; oysa iki yüzyıldır geliyor gönüllü ve zorunlu sürgünleri. Son çeyrek yüzyıl için şunu söyleyebilirim: Hırpalıyor insanı bu kent, çekiciliğiyle ters orantılı biçimde: Özgürsünüz bir yere kadar, özgürlüğünüzün sınırı ne yazık ki varsıllığınızın sınırına bağlı.