Fransız edebiyatının ‘karanlık’ yazarlarından Pierre Jean Jouve’un Paulina 1880 adlı romanı, insan ruhunun derinliklerine doğru bir yolculuktur. Soylu aile ortamında yetiştirilen güzeller güzeli Paulina’nın, içindeki tinselliği ve şehveti erken yaşta keşfedişiyle çıktığı serüven dolu yolculuk, babasının dostu olan kontla yaşadığı ‘yasak aşk’la başlar. Çılgın bir tutkunun, tanrısal bir iradenin pençesindeki bu ruh, tinsellikle şehveti iç içe sokar ve Paulina, her ikisini de Tanrı buyruğu gibi, Tanrı’yla bir ilişki gibi yaşar. Yasağın ve esrarın açtığı kapılardan manastıra, hapishaneye kadar uzanan delice tutkuda Paulina’yı bekleyen şey, her türden suç ve günahtır.
“İlk günah”, babaya ya da Tanrı’ya ihanettir: Kadınlık arzularını keşfeden genç kız, soylu ailenin yumuşak ama baskıcı kuşatıcılığına rağmen, belki de, kendini babaya ya da Tanrı’ya değil, bir başka erkeğe teslim ettiği için “suçlu”dur.
Ama şehvet, duyguların bu en yalını ve çıplağı, doğal insanın keşfidir. Şehvetten de Tanrı’dan da vazgeçmez Paulina. Beden kutsaldır; sevişmek, öncesi ve sonrasıyla bir tür simgesel ayindir ve tutkulu ruhlarda suça yer yoktur. Çünkü dini duygularla esrarlı günah, iç içedir. Sevilen şey; Tanrı, şehvet ve ölümdür.
Kiminle sevişmektedir Paulina? Sevgilisi kontla mı, yoksa Tanrı’nın Oğlu’yla mı? Peki ya ölüm nedir? Tanrı’nın, kendisine ait olanı başkasının kollarından çekip alması değil midir?
Paulina’nın ruhunda huzura yer yoktur. Aşkından ve şehvetinden duyduğu acıyla sığındığı manastırdaki yaşamı da herkesten farklıdır: Kendini maddi acılara atar, bedenini yaralar. Tanrı’nın Oğlu’nun acılarını taklit ederek O’nunla bir olmak ister... ve kovulur...
Pierre Jean Jouve’un görsel, sinematografik imgelerle dolu ve düzyazıyla şiir arasındaki sınırları belirsizleştiren bu romanı, yaşamın ve ruhun sınırlarını zorlayanlar içindir...