Ayaklarımız Dünya’da, gözlerimizse göklerde… Evrenin
sonsuzluğunda, küçük bir gezegende hayat bulan bizler
yıldızlararası yolculuğa çıkma hayalleri kuruyoruz. Bunu
başarabilmek için önce evreni dolduran maddeyi; yani
gezegenleri, süpernovaları, nebulaları, galaksileri, yıldızları,
karadelikleri ve hatta kozmosun kafamızı yukarı kaldırıp
baktığımızda göremediğimiz uzak bölgelerinde neler olup
bittiğini anlamamız gerek. Ama en güçlü teleskoplarla bile
evrenin sınırlı bir bölümünü görebiliyoruz. Çünkü örneğin
bir yıldız ne kadar uzaktaysa ışığının bize ulaşması o kadar
zaman alıyor. Üstelik evren genişliyor ve bu nedenle Büyük
Patlama’da oluşan ışık da bize ulaşamıyor. Dolayısıyla
sadece ışığını bize ulaştırmayı başaran gökcisimlerini
görebilecek durumdayız. İşte bu durum görülebilir evrenin sınırlarını belirliyor. Tabii tüm bunları çıplak gözle göremeyiz. Evreni anlamak, onu dolduran maddeyi anlamaktan
geçiyorsa maddeyi makro ölçekte takip etmek için dev
teleskopları kullanmamız gerek. Teknolojik gelişimimiz
teleskoplarımızın git gide güçlenmesini, evrenin kendini
bize gösterdiği bölgenin ayrıntılarına ulaşmamızı sağladı.
17. Yüzyılda Constantine ve Christan Huygens kardeşlerin ürettiği ilk uzun teleskoptan bu yana süren 400 yıllık
serüvende, teknolojnin sınırlarını aştıkça evrenin yepyeni
bölgelerini keşfetme olanağı bulduk. Ne kadar uzağa bakarsak o kadar uzak bir geçmişi bizlere gösteren bu zaman
makineleri, astronominin altın çağında ışığın önderliğinde görkemli bir yolculuğa çıkmamızı sağlıyor. Şimdi bu
olağanüstü zaman makinelerinin en yenileriyle tanışmaya
ne dersiniz?