You can find Postmodernizmin ABC'si books, Postmodernizmin ABC'si quotes and quotes, Postmodernizmin ABC'si authors, Postmodernizmin ABC'si reviews and reviews on 1000Kitap.
Her türlü parçalanmayı ve yayılmayı engellemek ve birleştirmek amacıyla yapılan müdahalelerin tözünü tanımlamak, "kuramsal olarak, paradoksal ve anti-demokratik" bir durumu ortaya koymaktadır. Yani, en pratik olarak, totaliterleşmektedir.
Farklıklılar üzerine kurulu olan "çokluk" durumu, Marksist ikili toplumsallığı olduğu kadar, Personsçu birlik sosyolojisini de tanıyamamaktadır. Parçalanan toplumun içinde ne ezen ve ezilenler ikili karşıtlıklar şeklinde çatallaşmakta ne de bütünleşebilmektedirler. Bunun kavramı, Spinoza' dan beri, varlığını sürdüren "çokluk" olmalıdır: İktidarda bulunmadığı gibi, belirli bir düzen içinde de örgütlenmemiş kalabalıklar. Bunlar arasındaki güç ilişkileri "çokluklar" şeklindedir ve sabit değildir. Dil oyunlarında olduğu gibi sözceler yer değiştirebilirler ve kendi kurallarını süreç zarfında sürekli olarak yeniden kurarlar.
Tarde'ın kuramında da tıpkı yapısalcılık-sonrası düşünürlerinde olduğu gibi, dünyadaki öznellikleri bulmak amacı hakim olmuştur; ancak bu endişenin ardında yatan başka bir şey daha vardır, o da bugün moda olduğu şekliyle, Kantçı evrenselci bir yaklaşımın aşkınlığından çok Spinozacı bir içkinliğe bağlı olmasıdır. Kant'ın önsel aşkınlık oyunları karşısında Tarde'ı ve yapısalcılık-sonrası tüm bir düşünceyi içkinlik planı üzerine oturtmak daha doğru olacaktır. Tarde' da olduğu gibi bu düşünce de ruhu bedenden veya bilme istencini varoluşun görünümünden ayırmaya kalkmaz, daha önce Sartre'ın varoluşçu felsefesinin yapmaya çalıştığı gibi.
Tarde, Durkheim ile bütüncül bir sosyolojinin imkansızlığı üzerine tartışmasını yapmaktaydı; ancak bu tartış manın gelip de dayandığı yer, Tarde için yine de o dönemde, Hegel'in bütüncül diyalektik yaklaşımıydı. Diyalektiğin uygulanamayacak kadar aşkıncı karakterini içkinleştirmeye uğ raşmaktaydı. Günümüzün küresel kapitalizminin İmparatorluk olarak adlandıran Negri ve Hardt'ın çalışmasında öne çıkan çokluk kavramının, Tarde tarafından Bergson' dan ödünç alınarak kullanıldığını hatırlamak gerekir. Negri' deki Spinozist yaklaşım sayesinde ileri sürdüğü, Spinoza'nın Teolojikopolitik İncelemesinde ortaya çıkan çokluk, Tarde için de ge çerli bir kavramdır ve bu kavramın diyalektik bir düşünce içinde yeri olamaz.
Yapısalcılığın ikinci bir yüzü olarak kabul edilen Louis Althusser'in Marksizmden temizlemeye çalıştığı diyalektik ise, Spinozist bir Marksizme doğru giden ve sonra da, Negri tarafından geliştirilecek bir Marksist düşünceye yol açmıştır. Lacan'ın ise, Freud'a dönüş olarak ele aldığı çalışmalarında anti-diyalektikten daha çok Hegel'in köle ve efendi diyalekti ğini bir tür Kant ile birleştirerek sürdürdüğünü de idia edebiliriz. Özellikle Kant ve Sade adlı Yazılar'ındaki, yaklaşım bizi bu fikre doğru sürüklemektedir. Aslında bu yazıda Lacan, Freud'un çalışmasının Sade ile başladığını, Sade'ın sapkınlıkların tasnifini yaptığı fikrinin spesiyalistlerin bir hatası olduğunu ama aslında Sade'ın yatakodasının bir tür akademi, okul, lise olarak kabul edilmesi gerektiğini yazmıştır. Lacan' a göre, burada etik sorunu ortaya çıkmaktadır. Lacan bir tarih benzerliği üzerinde durur: Sade'ın kitabı, Yatakodasında Felsefe tam olarak Kant'ın ikinci eleştirisi olan Pratik Aklın Eleştirisi'nden (ki Kant burada özgürlük ve ahlak yasası sorununa pratik akıl açısından bakarak değinmiştir) sekiz yıl sonra yayımlanmıştır.
Ampirik ve psikolojikten uzaklaşarak antropolojik olana yükselmeye çalışan Kant ile birlikte, bir hukuk haline sokulan öznellik, Hegel için mutlaklığa ulaşmak olan mutlaktır.
Halbuki içinden çıkmakta olduğumuz bir paradigmaya doğru giderken, telossuz ve ufuksuz bir vizyonun içkinliğinde ideolojilere yer kalmamıştır; ufuk ve bilinç değil, kabul etmeme ve direnme üzerinden bir içkinlik etikası mümkün olmaya başlamıştır. Bütünlüklerin yekpareliliğinin, homojenliğinin içinden değil, parçalılığın içinden bakıyoruz. Hepimiz birer parçalı çizgiler olduğumuzu anladığımızda ideolojilerin homojenleştirici bakışının altında "mutsuz bilinç" veya "gereken bilincin" "devrimci bilincin" bizi iktidarı içine almakta olduğunu anlayamayacağımız bir statüye doğru gittiğimizi, farkında olmaksızın kabul ettiğimiz anlamına gelecektir. Çokparçalı, çokrenkli ve çokdilli bireyleşme süreçlerimizde, "birey-aşırılık" yalnızlığı, tekilliği durumlarında, ufuk ortadan kalktığında, telossuz bir dünya içinde hep uzaklaşan bir ufuğun peşinde koşan hayalci bakışımız daha maddi ve perspektifli olduğunda; o zaman, hem görelilik postmodernliğinin "her şey mubahtır" söyleminden, hem de yekparelikten ve tek olarak homojen bakmaktan kurtulmaya başlayacağız.
Bir birey incelemesine bireyden değil onun oluşumundan bakarak yola çıkmak doğru olacaktır. Buna göre de, verili bir terim olan ontolojik bireyin bölünmezliği ilkesini terk etmek gerekecektir. Birey, in-dividis, yani bölünmez bir bütün değildir.
Günümüzde paranın bir bilgi etkisi olduğunu ve bilginin bir değer olduğunu anlayan bilişsel bir akışkanlık kapitalizmi, değeri bu bilginin üzerine yükleyerek işlerlik kazandı. Bu şekilde de Marx'ın ekonomik öznellik paradigmasından çok Tarde'ın bilişsellik öznelliği paradigmasına daha yakın bir toplumsallığın içinde yaşamaktayız.
[Deleuze - Guattari için] Arzu o halde eksik olana doğru yönelen bir şey olmaktan çok, dolu dolu olarak arzulanan makinelerin bir parçası olarak vardır.