“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkla yiyen, kemiren yaralar,” diye yazar İranlı Sadık Hidayet, Kör Baykuş romanının girişinde: o yuvarlak gözlüklü, ufak tefek adam bunu herkesten iyi biliyordu. Tam da böyle büyük bir yalnızlık akşamında, ona Paris’in Championnet Sokağı’ndaki apartman dairesinin gaz vanasını sonuna kadar açtıran da bu yaralardan biri oldu, İran’dan uzakta, çok uzaklarda, yanında ona refakat edebilecek sadece Hayyam’dan birkaç rubai ve belki koyu konyak şişesi ya da bir parça afyon sakızı ve belki de hiç, hala kendine sakladığı ve onun gazın büyük boşluğuna sürükleyen metinlerinden başka hiçbir şey olmaksızın.
İnsanın bu dünyada yalpalamasına yol açan o benlik yaralarından birinden mustaripti Hidayet, bu çatlak genişleyerek derin bir yarığa dönüşmüştü; afyonda, alkolde, insanı ikiye yaran her şeyde olduğu gibi burada da bir hastalık değil, bir karar söz konusu, varlığını sonuna kadar çatlatma iradesi.
Yanılsama, Hidayet’in dediği gibi, ruhu yalnızlıkta kemirirdi —nicedir delilik, melankoli, depresyon diye adlandırılan şey, genellikle bir sürtünmenin, kendi benliğini yaratımda, ötekiyle temasta yitirmenin sonucuydu.