Sevinç Çokum hikâyelerini okumak; sararmış kitapların kokusunu duymak, eski bir müziğin tınısını dinlemek, dostla kahve yudumlamak gibi bir şey...Öyle güzel öyle samimi...
On hikâyeden oluşan Rozalya Ana’yı keyifle okudum, satırlardaki edebî lezzeti bir kez daha tattım. Göçe zorlanan insanlar, savaş ardında kalanların yaşadığı sıkıntılar, çocukluğunu yaşayamadan erken gelin olan, kocasını başka kadınla paylaşmaya razı gelen, çektiği sıkıntılar yüzünden çabucak kocayan kadınlar var öykülerinde. Köyden kente göçenleri, mutsuz evlilikleri, birilerine bağlı olmadan yaşamak isteyen yaşlıları, beklentileri, pişmanlıkları anlatıyor usta yazar. Kimi zaman bir ağacın dilinden kimi zaman bir kuşun yüreğinden sesleniyor bizlere. Satırlarını bir kelebek kozası gibi ince ince örüyor. İğde ağaçları, çini tabaklar, kadife sedir örtüleri, çiçekli minderlerle bezenmiş geleneksel evleri sanatçı ustalığıyla aktarıyor. En çok da özünü kaybeden insandan söz ediyor. Eğri daldan türedik o yüzen böyleyiz, diyor Çokum.
Yaratıldığı günden beri “Bir kıyıya ulaşmak için çabalayan” insan...