Fantastik edebiyat hakkında (ayakları biraz daha yere basan büyülü gerçekçiliği hariç tutarsak) iki tane temel sıkıntım var. Aslında bunlara önyargı demek daha doğru olur. İlki, fantastik eserlerde yazarların kurduğu dünyayı anlatmaktan o dünyadaki insanı anlatmayı unuttuklarını düşünüyorum. Ya da, daha fenası, o kurduğu dünyayı derinliksiz karakterler üzerinden anlatma ihtimali. Karakterin, hatta tip demeli, tahmin edilebilirliği, zannımca yazara kurduğu dünyada kolay hareket imkânı tanıyor. Önemli olan o dünyada vuku bulacaklardır, ya da epik sahnelerin birinden ötesine atlanmak isteniyordur ve bu noktada gri karakterler değil siyah-beyaz tipler ilerleyişi kolaylaştırmaktadır. Yazarın okuru karakterin yerine değil de o dünyaya koyma arzusu da buna sebep oluyor olabilir. Hem iyi-kötü mücadelesi her devirde ilgi çekicidir ve fantastik edebiyat yazarının isteyeceği biçimde görkemli hikâyeler yazmasına vesile olur. Fantastik edebiyata karşı ikinci önyargım ise, kısaca, çoğunlukla, boş olmaları. Bu büyük bir itham oldu, hatta belki ayıp dahi oldu; ama her ne kadar tamamı boş diyemesek de, dünya kurma, okurun dünyaya iyice dalması için gereksizce abartılır gibi görünür benim gözüme. Evet, başka bir dünyadan esen soğuk rüzgârlar elbette heyecanlandıran bir ferahlık verir; ama bu serin rüzgârın nefsimizi okşamaktan başka işlevi var mıdır? Bu sorunun sadece fantastik eserlere mahsus bir sıkıntı olmadığını ama fantastik eserlerde ayyuka çıkmasının daha kolay olduğunu düşündüğümü ekleyeyim. Emre Ergin’in fantastik öykülerle bezeli Ruh Dememi Bağışlayın isimli kitabını bu iki önyargı üzerinden değerlendirince şaşırıyorum; çünkü yazar çoğunlukla bu iki önyargıyı bertaraf eden öyküler kaleme almayı başarmış. Kitaptaki baş döndürücü tematik zenginliği de eklediğinizde, “rollercoaster” kelimesi beliriyor zihnimde. Türkçe çeviri olarak “heyecan treni” öneriyor tureng.com. Bu kelime, inişleri ve çıkışlarıyla kitabı özetleyici bir niteliğe sahip.
Tabii bu kanaatlere varmadan önce, kitabın kapağıyla karşılaşıyorum. Siyahlar içinde bir kahraman, çorak bir arazi, yanmış ağaçlar, etrafta lav birikintileri... Yukarıda belirttiğim önyargıları iyice artıran bir kapak bu. Karmaşık bir kurgusu olan fantastik roman serisinin sekizinci kitabına aitmiş gibi duran bu kapak, yazarın niş sayılabilecek öykü dünyasını karşılıyor denebilir belki; ama kitabın içindeki tematik zenginliği adeta yutuyor. Bu kitap içinde Şehrazad, Pinokyo, nesli tükenen filler ve dört kollu mutantlar var; hatta ve hatta video oyunlarından ilhamla yazılmış öyküler var; ama kapak bu çeşitliliği kapsayıcılıktan uzak ve fantastik dünyalara mesafeli okurları dışlayan cinsten. Ama aşağıda da açıklayacağımız üzere, bu kitaba fantastik damgası yapıştırıp kitabı es geçmek kitaptaki öykülerin çerçevesini yok saymak demek oluyor.
Peki nedir o çerçeve? Aslında kitabın isminin bu çerçeveyi çizdiğini söyleyebiliriz. Belki de yazarın kastettiği bu değildi (hatta muhtemelen değil); ama benim kitap ismi üzerine yorumum, yukarıda bahsettiğim önyargılardan ilkine yönelik olduğu. Yazar sanki kâğıttan karakterlerle tekinsiz düşlerden fırlamış fantastik dünyalara dalmaya hazırlanan okura durun diyor, ruh dememi bağışlayın diyor; ama ben bu dünyaları o dünyalardaki insanların (mutantların, kuklaların…) kalplerine bakmak için yazdım. Bu kalplerde bizlerden bir şeyler buldum diyor yazar ve haklı da. İşte bu vesileyle önyargılarımdan biri kırılmış oluyor. Kaf-Lethe isimli öykü bunun en net örneği. Çünkü tam da “hayal ettiğim” fantastik okurunun seveceği şekilde başlıyor, epik bir manzarayla. Ama sonra geri gidiyor hikâye, o kahramanın o ejderhayla her şeyi sonlandıracak savaşının öncesine, o kahramanın git gide büyüyen endişesine gidiyor. Ve orada kalıyor. Yani, aslında kalmıyor, git gide büyütüyor o önceyi yazar, derinlik katıyor karakterine; onu tip olmaktan çıkarıyor. Ben de bu öykü ile beraber bu kitabı kabullenmeye başlıyorum.
Öykülere ruh girince, ikinci önyargım da temelini kaybediyor. Bu öyküden sonra kitaba ismini veren Ruh Dememi Bağışlayın geliyor; Pinokyo’nun çocuk olma hayaline ciddi bir bakış bu. Kitabın en derinlikli hikâyesinin Pinokyo hakkında olması ilginç geliyor kulağa; ama cidden de öyle. Gerçek çocuk olmanın getirdiği bir sürü yük var aslında: Mesela çocuklar acıkıyor, susuyor, uyuyor ve hatta büyüyüp yaşlanıyorlar ve ölüyorlar. Ama Pinokyo onlardan ayrı olmaya, onlardan farklı kalmaya dayanamıyor. Hissizlik, başından bir olay geçmezlik zor ve sıkıntılı. Artık şu renge ya da bu renge boyanıp durmak istemiyor Pinokyo. Hatta şöyle bile diyor: “Gerçek bir çocuk olmak, yalan söyleyebilmek, insanları kandırabilmek demekti, daha güzeli, kendini kandırabilmek demekti.” Ve hikâye öyle güzellikle işliyor ki Pinokyo’nun insan olmadığını, robotlaşan insan tabiri yerine odunlaşan insan tabirini koyup, modern insanın hayatını bu hikâyenin oluşturduğu paradigma çerçevesinde yeniden değerlendirme isteği doğuyor.
Öykülerin karakterler üzerine inşası boşluklara tamamen mani olmuyor ne yazık ki. Dünyazad’ın Aynası var meselâ, kitabın ilk öyküsü ve yukarıda bahsettiğim iki öyküyle beraber masalsı diye bir kategoriye dahil ettiğim. Yazarın çocuk karakter konuşturma yeteneğini zaten Beş Kere Halil’de de görmüştüm; burada da Şehrazad’ın -benim de bu öykü vesilesiyle varlığından haberdar olduğum- küçük kız kardeşi Dünyazad kanlı canlı bir karakter olarak keyif verici bir şekilde konuşturulmuş. Eniştesinin hediye ettiği gizemli bir aynanın peşinden koşuyoruz öykü boyunca. Peki, bittiğinde ne oluyor? Neden diye soruyorsunuz. Öykü bir şey anlatmak derdinde değil de, sadece anlatmak derdinde sanki. Bu bir bakıma yazarın anlatmak hususunda ne kadar hevesli olduğunun da işareti aslında. Geçenlerde yazarın internette yayınlanan söyleşisi, kafamdaki bu neden sorusunun sebebine cevap gibi. Bu öykü hakkında şöyle diyor yazar:
“Sözlükten rastgele seçilmiş üç kelimenin odağında olduğu bir öykü yazmaya çalışıyorum. Bunu da bir zaman kısıtı altında yapıyorum. İlki bana özgün bir kurgu bulma konusunda, ikincisi ise bulduğum herhangi bir konunun üzerine gitmek zorunda bırakmasıyla yardımcı oluyor. … Her şey öyküleştirilebilir gibi muğlak bir şey değil söylediğim. … “Dünyazad’ın Aynası” için kullandığım kelimeler şunlardı: Kehribar-Ayna-Enişte. Kehribar bir masal dünyasıyla alakalıymış zihnimde. Enişte hediye veren bir kişi olarak kayıtlıymış, ben de bir enişte olduğumdan kötülük yakıştıramamışım. Ayna da güzel bir hediye olurmuş. Bütün öykü esasında bu başlangıç cümlelerinin üzerine oturuyor.”
Her ne kadar altı çizili kısım yukarıda belirttiğime ters yönde bir ifade olsa da, ben Dünyazad’ın Aynası’nı bu renkli kitaba renkli bir mukaddime olarak okumayı tercih ediyorum. Öbür türlü öykünün istikametsizliği meselesini aşamıyorum.
Masalsı öyküleri bitirdikten sonra hayalî isimli bir kategoriye dahil ettiğim öyküler geliyor. Konuyu Değiştiriyorum, kitabın en duygusal öyküsü: Eşi ölümcül bir hastalığa yakalanmış bir kocanın, eşiyle hastalıktan başka bir şeyler konuşmak istemesi, konuşmaya çabalaması, anılara dönmesi, dokunaklı ve yazarın enerjisine uygun bir teknikle işlenmiş. Sonrasında gelen Klimanjaro’nun Gözleri ise neredeyse hiçbir fantastik öge barındırmıyor; zira nesli tükenmekte olan filleri korumaya gelen ve hiçbir şey yapamayan Birleşmiş Milletler Barış Gücü yeterince fantastik. Yazarın aslında bu yönde ilerlemesi daha geniş bir kitleye hitap etmesine vesile olabilir: Fantastik dünyalarda gerçek dünyaya ait bir şeyler bulmaktansa, gerçek dünyadaki gerçek dışılıklara fantastikmiş gibi işaret etmeyi kastediyorum.
Bu öykülerden sonra karşımıza Yeniden Yeniden Yeniden ve Sevgili Ester öyküleri çıkıyor, ki benim için kitabın en zayıf öyküleri oldular. İlki, video oyunlarından aşina olduğumuz yeniden başlama olgusunu içinden çıkılmaz bir duruma yediriyor ve oyunlarda yeniden başlamak bir fırsatken burada acz hâline geliyor. Ancak öykü ilk başlarda çektiği ilgiyi, sonrasındaki sündürme nedeniyle çabucak kaybediyor. Sonrasında gelen Sevgili Ester ise Dear Esther isimli bir oyundan ilhamla yazılmış (Bu öykü ve Transistor isimli bir oyundan ilhamla yazıldığını öğrendiğim ve tüm ismini yazmaktansa sıfırlı birli diyeceğim öyküde bu oyunlara ismen atıf verilmesi iyi olurdu notumu da ekleyeyim.). Acaba ben mi öykünün içine giremedim diye tekrar okuyayım dedim; ama öykü kesinlikle beni içine almadı. Bu haliyle bir öyküden çok “fan-fiction” denen (ve tureng.com’un hayran kurgusu diye çeviri sunduğu) bir metne benziyor ve bir hayran kurgusunun aynı tutkuyu paylaşmayan insanlarca beğenilebilmesi pek kolay değil. Öte yandan, bu iki öykü, yazarın öykü yazımında neden adeta “Konuyu Değiştiriyorum” öyküsündeki anlatıcı gibi dur durak bilmeden ilerlemeye çalıştığını da gösteriyor. Yazarın bu tip ağırdan aldığı metinlerde, okurun ilgisini diri tutacak bir şey kalmıyor. Herhalde bunun yazarın fantastik temelli yazmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Zira pek fantastik olmayan Klimanjaro’nun Gözleri öyküsü de ağır sayılabilecek bir öykü; ama bu iki öyküdeki sorunları barındırmıyor. Yeniden Yeniden Yeniden’de okurun ilgisini çekebilecek bir karakter dahi yokken, Sevgili Ester’de ilgi çekici karakterler mevcut olmasına rağmen bir ilerlemenin bulunmadığı muğlak kurgu öyküyü zayıf gösteriyor.
Bu öykülerin nihayetinde kitabın distopyalar kısmına varmış bulunuyoruz. Distopik öykülerin ister istemez karakterlerden ziyade kurgulanmış düzeni aktarması gerekiyor. Hatta düzen elemanları adeta bir karakter olur. 1984’ün Büyük Birader’ini ya da Cesur Yeni Dünya’nın somasını örnek verebiliriz bunlara. Distopik romanlar yazmak daha kolay görünüyor bana; dünyayı etraflıca anlatabilirsiniz. Ama distopik öyküde hem etkileyici bir dünya kurmalı hem de bunu fazla kelime kullanmadan yapmalısınız. İmha Ekipleri ile Jezamin ve Nasab bu açılardan harika örnekler. İlk hikâyede üretimin çok fazla arttığı yakın gelecekten bahsediliyor. Tüketimin sürdürülebilmesi için, eski eşyaların vergilendirildiği bir dünya kuruluyor. Bu akıl almaz düzen, artık ağır vergileri ödeyemedikleri için yadigâr eşyalarından ve hatta eski evlerinden vazgeçen bir karı-koca üzerinden olabildiğince sade ama dehşete düşürücülüğünden taviz verilmeden anlatılıyor. Jezamin ve Nasab ise çok daha etkileyici; çünkü kısa bir öykü olmasına rağmen sizi öyküyü karmaşıklaştırmadan mutantların (hoş bir ifade ile, genibozuk olarak anılıyorlar) dünyasına götürüyor ve dallandırıp budaklandırma ihtiyacı duymadan belki de başka bir yazarın üzerine roman yazabileceği bir öykü altı buçuk sayfada tamamlanıyor. Ama bu öyküde de yukarıdaki gibi yine bir an neden diye sorasım gelmedi değil. Özellikle öykülerin sonunda kurulan muzip cümleler öyküde inşa edilen gerçekliği sarsabiliyor. Tam da bu anda, bu öykülerden fantastik olmalarının getirdiği ürpermeyi ve ürpermenin getirdiği saygı duruşunu çekecek olursak bir bozulma gerçekleşecek gibi hissediyorum. Ama bu his, somut bir şeylere dayanmadığı için, önyargılarımla da açıklanabilir.
Yukarıdaki iki öykü arasında bulunan sıfırlı birli öykü ise bu acayip tedirginliği giderir nitelikte çünkü o kadar çarpıcı ki okur kolayca öykünün dünyasına giriyor ve oradan çıkamıyor. İnsanlığın bütün bilgilerine sahip olan bir MAKİNE, çeşitli algoritmalarla birbirine uzak görünen verileri birbirine bağlayarak değerlendirmeler yapıyor ve git gide insanların üzerinde tahakküm kuruyor; öyle ki insanlığın faydası için kızıl saçlı insanların ölmesi gerektiğini söylüyor en sonunda. Gerek bu öykünün üzerinden anlatıldığı karakter tercihi, gerek ilham aldığı oyunun hikâyesine o kadar da yaslanmamasıyla öykü hem “fan-fiction” olmaktan kurtuluyor hem de özgün bir nitelik kazanıyor.
Bu üç değerli öykü ile kitabı yüksek bir yerde bitirebilirdi yazar ama bir öykü daha eklemiş: Ölmüş Dünyaya Bir Mersiye. Bu hacimli öykü, yazının başında bahsettiğim iki önyargıyı da kısmen haklı çıkarır nitelikte. Çok ayrıntılı ve sebep sonuç ilişkileri net bir şekilde belirtilmiş bir dünya inşası var. Buna karşın, öykünün temel gizemi belirsiz kaldığı için bu inşa temelsiz geliyor bana. Yazar bunu “ruh”u öne çıkararak telafi etmek istiyor; resmedilen yalnızlığın ürkütücü bir yanı olmadığını söyleyecek de değilim. Ama karakter istenilen derinliğe ulaşamıyor; çünkü yazarın bu ayrıntıyla inşa ettiği dünyada olan biteni anlatması lâzım. Ve bunu da çok akıcı bir şekilde yaptığını belirtmem gerek; hatta genel anlamda öykülerde sürükleyiciliğin gizemler ve çatışmalarla başarılı bir şekilde sürdürüldüğünü de yeri gelmişken belirtelim.
Ruh Dememi Bağışlayın, yazarının anlatma hevesini her yönüyle yansıtan bir öykü kitabı. Yazar, bu hevesini gerçekten ileteceği bir mesajla birleştiğinde, ki yukarıda örneklerinden bahsettik, ortaya sahiden de kayda değer öyküler çıkıyor. Ama “Neden?” diye sorduğum öykülerin nefsani tatmin tarafının ağır bastığını düşünüyorum ve bunun yeterli olmadığına inanıyorum, ki yazarın alıntıladığım söyleşisinden hareketle onun da bu yönde bir inancı olduğunu düşünüyorum. Bir heyecan treni tecrübesi demiştik; inişleri ve çıkışlarıyla, oradan oraya savurmalarıyla ve tenimizde hissettirdiği soğuk rüzgârlarla. Aslında yazı boyunca işaret ettiğim sorunlar, neden heyecan trenine bindik ki gibi saçma bir soru sormaya eş değer gibi görülebilir. Ama burada, neden o trene bindiğimizi sorgulamaktansa, o trenden indiğimizde çok şükür ömrümüzü baş aşağı geçirmiyoruz demek, ya da ne bileyim çok şükür rüzgâr sürekli saatte yüz yirmi kilometre hızla esmiyor dememiz, ya da çok şükür her inişin bir çıkışı vardır ve çıkışların inişleri olabilir gibi şeyler diyebilmemiz gerektiğini vurgulamaya çalışıyorum. Çünkü o tren, kitap. Biz o trene binmişiz. Adrenalinidir, ters dönmesidir, su sıçratmasıdır bunlar işin nefsani yanları. O trenden indiğimizde bize bir şeyler kalmalı. Ve bu şey, güzeldi demekten fazlası olmalı. Bu kitapta fazlasını fazla fazla veren öyküler mevcut zaten; ama genel olarak bakarsak, yüksek hızlı bu öykülerin belki de biraz yavaşlayıp soluklanması, soluklanırken de neler yapılabileceği üzerine düşünmek gerek sanki.
Nasıl ki yazar son öyküsünü bir soruyla bitirmiş, biz de bir soruyla bitirelim. Yazı boyunca, bu kitabın günümüz edebiyatındaki müstesna yerinden ve sırf bu yüzden kayda değer olduğundan neden bahsetmedik?