Tanıdık karakterler görmek beni çok mutlu etti. Rıdvan Süreyya N.Y. Devam kitabı gibi hissettim karakterlerden dolayı konu olarak bir bağlantı da mevcut zaten. Her şey Rıdvan’a gelen gizemli mektuplarla başlıyor. Her şey o kadar gerçekçi o kadar hayal edilebilecek gibi her iki kadının yazdığı mektuplarla bütünleştim. Olayın sonunu iple çektim hatta buna rağmen kitap bitmesin diye hayli de yavaş okudum. Tabi ki bu sonu sadece biraz geciktirdi o kadar. Sonunda tokat yemiş oldum iki kişinin kavuşacağını beklerken aslında hiç böyle bir şey olmadığını öğrenmek beni çok şaşırttı. Tabi kitabın sonunda da Rıdvanın yaptığı daha bir şaşırtıcıydı. Su gibi akıp giden bir eser. Yazara zaten hayranım. Ne yazsa okurum dediklerimden. Daha çok yazsa da daha çok okusak.
Nermin Yıldırımın cümleleriyle başımı döndüren yıkıp geçen olayları beynimizin oynadıgı oyunları bi nörolog edasıyla işlediği hayatınyıkımı kaçışı dünyave paralel zamanlarda ülkemizin geçti travmatik olayları gözleriniz dolarak okudugum vee yine farklı bilğiler edindiğin elden bırakmadan okunan muazzam bi yolculuktu
Bazıları, başkalarının acısına uzaktan bakıp kederlenmekle iyi insan olunabileceğini sanıyor. hatta sadece kendi iyiliğinin altını çizebilmek için üzüntüsünü ele güne duyurmaya çalışıyor. Oysa şunu iyice öğrendim ki, vicdandan en çok söz edenler, sadece başkalarının kurbanlarına üzülen katiller. Kabullenmek zor ama aslında, başkalarının acısına bakarken insanda kederden ziyade hodbin hisler uyanıyor. savaş gazilerine bakmak feci bir duyguyla tanıştırıyor insanı: şükretme duygusu. duyguların en ikiyüzlü, en sefil olanı,haline şükretmelerin en rezilcesi, başkalarının haliyle mukayese edilerek yapılanı… O zaman insan yaradana, verdiği mutluluklar için değil, olsa olsa başkalarına verip kendinden esirgediği acılar için teşekkür ediyor. Sana şükürler olsun ki beni değil, onu seçmişsin diyor! ve bunu ne zaman fark etse, mesela hastanedeki ölü çocuklara, onların ince ayak bileklerine bakarken ruhunu derin bir utanç kaplıyor.
Ama kendime kızmıyorum.Biliyorum ki insan dediğin melanetten ve iyilikten, alçaklıktan ve faziletten, zorbalıktan ve merhametten, korkaklıktan ve cesaretten, nefretten ve sevgiden karılmış bir hamurdur. İyilik, fıtratın mutlak kararı değil, ancak içimizdeki aydınlıkla karanlığın giriştiği savaşın ganimeti olabilir. Geçen mektubunda söylediğin gibi, masumiyet çoktan terk ettiğimiz bir şehir, sadece çocukların bildiği eski bir şiir.
Tahmin edersin ki gidişinden beri burada da çok şey değişti. Ne burası ait olduğun yer artık ne de ben, o bildiğin kişi... Çünkü kardeşim, zaman her şeyin değiştiği yerdir. Kara bir deliktir ve içine düşeni delirtir. Senin çıktığın kapıdan da o girdi. Aramıza korkunç uçurumlar inşa etti.
Sükût, ruhu temizleyen bir tür oruç gibiydi. Yalanlardan, kendini dünyaya beğendirme kaygılarından uzakta, neysen o olmak demekti. Sessizliğin ayak izi, yeryüzündeki en temiz yerdi.
Bazıları, başkalarının acısına uzaktan bakıp kederlenmekle iyi insan olunabileceğini sanıyor. Hatta sadece kendi iyiliğinin altını çizebilmek için üzüntüsünü ele güne duyurmaya çalışıyor. Oysa şunu iyice öğrendim ki, vicdandan en çok söz edenler, sadece başkalarının kurbanlarına üzülen katiller. Kabullenmek zor ama aslında, başkalarının acısına bakarken insanda kederden ziyade hodbin hisler uyanıyor. Savaş gazilerine bakmak feci bir duyguyla tanıştırıyor insanı: Şükretme duygusu. Duyguların en ikiyüzlü, en sefil olanı. Haline şükretmelerin en rezilcesi, başkalarının haliyle mukayese edilerek yapılanı... O zaman insan Yaradan’a, verdiği mutluluklar için değil, olsa olsa başkalarına verip kendinden esirgediği acılar için teşekkür ediyor. Sana şükürler olsun ki beni değil, onu seçmişsin diyor! Ve bunu ne zaman fark etse, mesela hastanedeki ölü çocuklara, onların ince ayak bileklerine bakarken, ruhunu derin bir utanç kaplıyor.
Ama sen benim gibi, başkalarının acısı karşısında hislenmekten fazlasını beceremeyenleri sevmezsin. Şimdi tutup olanları gazeteden okudum, bilsen nasıl üzüldüm demeye kalksam, sırf lafımı değil, acımı da küçümsersin.
İşte adına bazen klinik, bazen hastane diyerek kendimizi kandırdığımız o tımarhanede, hani mahpuslarınki gibi bir görüş gününde uzatmıştım ellerimi ben sana. Beş yaşında bir kızdım ve yüz yaşında bir taş kadar yalnızdım. Sana sığındım. Beni bırakmayacağına söz vermiştin. Tutmadın.