lacan diye bir psikanalizci var, psikanalizi ciddi devrimleştirmiş bir adamdır; bir anlamda freud'un arzu ve aşk kuramını tuhaf bir yönde yenilemiştir.
freud için aşkın varoluşu, yani sevginin varoluşu tümüyle bir libidinal düzene, bir arzu düzenine bağlanıyordu. arzu düzeni açıkça söylemek gerekirse bende eksik olan bir şeyi başkasında aramam demektir. bende eksik olan bir seyi... ama o zaman acaba o sevilen kişi karşı tarafta ne durumdadır? onun bakış açısı nedir?
lacan'ın bu tartışmaya verdiği çok radikal bir cevap var, bir formülù var her şeyden önce.
"birisini sevmek, kendinde olmayanı vermektir" diyor:
yani sevmek kendinde olmayanı vermektir, ve bu sevme anının gerçekleştiği an, aşkın "yüce" anıdır .
duygular birbirleri ardına sıralanan haller değildirler. duygular düz kayıtsız bir çizgi üzerinde varlığını sürdüren bir varoluş biçiminin gücünün artışı ve azalışlarıdır. her azalış bir kederdir, her artış bir hazdır.
Arzusuz hiçbir şey yapılamaz. Özellikle beşeri -ya da hayvani veya bitkisel bile diyebilirim- arzu gerçekten yaşamın temel unsuru, elemanı gibi, neredeyse özü gibi görünüyor.
her şeyi anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret, tümü değil.
Sürekli bir varyasyon içerisinde yaşamaya mahkumuz. Önemli olan, bu yaşamayı, bu karşılaşmalar zinciri içerisinde varoluş gücümüzü nasıl arttırırız? Nasıl iyi karşılaşmalar yaratırız?
Duygular düz, kayıtsız bir çizgi üzerinde varlığını sürdüren bir varoluş biçiminin gücünün artışı ve azalışlarıdır. Her azalış bir kederdir, her artış bir hazdır.