"İşte general geliyordu; olağanüstü güzellikte beyaz bir ata binmişti. Kalabalık, çılgınca alkışlıyordu. Beyaz atla ifade edilmek istenilen kimsenin dikkatinden kaçmamıştı. Fatih Sultan Mehmet, Bizans'a beyaz bir atın sırtında girmişti, tam bir Hristiyan olan general de, beyaz bir atın sırtında şehri geri alıyordu."
İyi niyetin bir işe yaramadığını anladığımda yaşlandım... Sorulması gereken asıl sorunun " Hangisi doğru?" değil, " Kim daha güçlü?" olduğunu anladığımda...
Bütün gözler, purosunun tadını çıkaran Şehzade Fuad'a döndü.
"İçinizden en genciniz olarak, nasihat verir gibi görünüyorsam beni affetmenizi rica ediyorum. Ama cephede, askerlerimle, Anadolu'nun, İzmir'in, Karadeniz'in sıradan insanlarıyla geçirdiğim yılların sonucunda bir şey öğrendim; kusurlarımıza rağmen halkın bize saygısı sonsuz. Bu şekilde bölünmemizi anlamayacaklardır. Abdülhamid'in Murad'ın yerine geçmesi, onun yerine de kardeşi Reşad'ın geçmesi, onların gözünde yol kazasından başka bir şey değil. Esas olan, ailemizin her zaman hünkârın etrafında tek vücut olması. Bilhassa, savaşın yarattığı bu karışıklık ortamında halkın sağlam bir dayanak noktasına ihtiyacı var. On asırdır bu dayanak noktası Osmanlı hanedanı olmuştur. Öyle olmaya da devam etmelidir, aksi takdirde çok pişman olacağız...”
Tam bu esnada, içeri giren bir haremağası, hünkârın bir habercisinin geldiğini bildirdi.