Julio Llamazares’i İspanya’nın en gözde yazarları arasına yerleştiren Sarı Yağmur, ince bir kitap olmasına karşın bir nehir roman niteliği taşıyor. Pirene Dağlarında terk edilmiş ve yıkılmış bir köyün geriye kalan son kişisi, yaşlı Andrés ölümü beklerken, kendi yaşam öyküsünün yanı sıra, ailesinin, köyünün ve köy halkının tarihçelerini de aktarıyor bize.
Kışın ilk karı düşerken ve Andrés çevresinde uçuşan sonbahar yapraklarının "sarı yağmur"u altında kendisinin ve köyün fiziksel tükenişini anlatırken, başta eşi ve annesi olmak üzere çoktan ölmüş akrabalarının ve dostlarının gölgeleri de gittikçe somutlaşarak romandaki yerlerini alıyorlar.
Sarı Yağmur, yalnızlığa terkedilmiş bir insanın, gerçeklik duygusunu yitirmemek için, köyün eski sakinlerinin anılarını nasıl yaşattığını, onların öykülerini yeniden nasıl yaşadığını, geçmişteki acıları ve sevinçleri nasıl yeniden duyduğunu dile getiriyor. Çok gerçekçi ve ayrıntılı bir biçimde anlatılan köy ve çevresi, yörenin terk edilmeden önceki halini tüm renkliliğiyle gözümüzün önüne getiriyor. Ama en önemlisi, bir insanın adım adım yaklaşan ölüme kendini hazırlayışına, o süreçteki duygu ve düşüncelerine, hatta ölümünden sonra olacaklara tanıklık etmemizi sağlıyor.