Dolmabahçe Sarayı’nda kalmakta olan Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu üyesi Prof.Dr. Hasan Reşit Tankut’u çağırtarak ona, “Arkadaşlara söyle, dil çalışmalarını gevşetmesinler,” demişti.
İşte o yüzden Atatürk’ün, “Aman dil! Aman dil!” diye sayıklaması yakın çevresinde bilinçaltındaki dil sorununa atfediliyordu. Bu sözcükler, koma süresince Atatürk’ün dilinden düşmedi. Nadiren gözlerini açıp kapatıyor, bu arada da sık sık, “Dil, efendim dil... Aman yarabbi! Aman dil!” diye sayıklıyordu.
İşte sağlıklı döneminin bir eski âdetine göz kırpıyordu. Yaşam ile ölüm arasında bir dirhem mutluluk, bir küçük ağız tadı...
Sigara ve kahve getirildi. Ata, bu iki eski dosta, hasretle sarıldı, keyifle içti.
Bir gün, herkesi gözyaşına boğan şu sözler, dudaklarından dökülüverdi:
“Bu yatı, bir çocuğun oyuncağını beklemesi gibi beklemiştim. Meğer bana bir hastane olacakmış.”
Ahvali umumiyem iyidir. Tamamen iadeyi afiyet ümit ve vaadi kuvvetlidir. Senin için asla mucibi merak ve endişe olmamalıdır. Serinkanlılıkla imtihanlarını vererek muvaffakiyetle avdetini bekler ve muhabbetle gözlerinden öperim.
Atatürk çaresiz boyun eğdi. Ama ümitsiz bir çocuk gibi bir şeyi sormadan edemedi:
“Eğer ara sıra yatla gezersem yataktan çıkıp güvertede biraz dolaşmaklığım kabil midir?”
“Evet efendim; Ancak yorulmamak şartı ile ayakta çok durmamak üzere...”