....zaten süslü salonlardan, gayr-ı tabîî, mülevves hayatlardan kaçıyorduk. Bizi sâde, elzem, yalnız elzem olan esâs-ı beytiyye memnûn edebilirdi. Biz bahtiyâr olmak için yaldızlı döşemelere, ipekli halılara, antika masnûâta müftekir değildik. Hiss-i âile, bu refâkat-i muhibbâne, sa’y ü gayret bizi mes’ûd ediyordu. Birbirimizin yanında yaşamaktan, zihinlerimizde insâniyyet için lâyık gördüğümüz bir hayât ile yaşamaktan, birbirlerimizi sevmekten, çalışmaktan, çocuklarımızı büyütmekten, bu saf hayattan, bu sâde hayattan, -âh, bu hayât-ı muhayyel ü muazzezden- mesûd idik...
...Fakat, eski mâzîden bizi tathîr eden bu hayât-ı muazzez şu ağarmış saçlarımızla, görmüyor musun sevgilim, bize bu saâdet-i hayâtı artık sofraya sığışamayan genç âilelere terk etmek zamânı geldiğini ihtar ediyor? Bu hayât-ı garâmın son bir mükâfâtı olmak üzere güneşli bir sonbahar günü ikimiz berâber, o güzel gençlik zamanlarımızdaki gibi kucak kucağa iken, ölüyor idik. İkimizi yan yana aynı taşın altına, ekseriyâ birlikte oturduğumuz şu yalnız kestânenin dibine gömüyorlardı. Etrâfımıza tekmil mor menekşe dikmişlerdi...
Düşünmemek, içinde yaşadıları o sun'i heva-yı müheyyic-i hayal-pervere bir ziya-yı hakikatin nüfuzuna vakit bırakmamak için sevişirlerdi, daima sevişirlerdi.