Şiir duygu işidir. Bu konuda kendime çok güvenmem ancak bazı duyguları anlayabiliyorum.
Benliğini aşkın, çevresini savaşın sardığı bir şair görünce insan duraksıyor bir vakit. Usulca şiirlerini okuyor.
1830 yılında Amerika'da doğuyor Emily. İlahiyat eğitimi alıyor. Bir de aşık oluyor. Hem de evli bir din hocasına. İçine kapanıyor. İçerisinde bir savaş başlıyor. Bir de ülkesinde iç savaş çıkıyor. İç savaşı şiirlerine ne kadar yansıtmıştır bilemem ama zihninde sürekli düşündüğünü bazı dizelerinden fark ettim. Belki de yanlış anlamışımdır siz yine de bana çok güvenmeyin :) İçine kapandıktan 8-10 sene sonra ülkesinde başlıyor iç savaş. O iyice inzivaya çekiyor. Arkadaşlarıyla dahi görüşmüyor. En azından yüz yüze. Mektuplaşıyor arkadaşlarıyla, ve yazıyor.. O kadar çok şiir yazıyor ki, onları sakladığı sandığa artık sığmıyor şiirleri. Ölmeden önce yayımladığı şiirler, bir elin parmaklarını geçmiyor belki ancak kardeşi, o öldükten sonra eşyalarını karıştırıyor ve 1800'ü aşkın şiir buluyor.
Ailesiyle ilişkileri bile belirli bir standardın üstüne çıkmıyor. Hayatı boyunca evlenmiyor ama aşktan da ayrı kalmıyor. Kavuşamadığı için platonik yaşıyor, ya da platonik kalmayı tercih ediyor. Ulaşmamayı, sürekli yolda olmayı tercih ediyor. Kendisini yalnızlığa teslim ediyor. Dışarında bakınca çok sıradan hatta hiçbirimizin tercih etmeyeceği bir yaşamı benimsiyor belki ama unutmamak lazım ki;
"Aşk, yaşamdan önce geliyor."