- "Görme duygusu ile idraki ihata edici ve kaba hasseyi mânâ lâtifliğine yükseltici, doğrudan doğruya bu mânâ ile iç'e ve dış'a bakıcı "bilme-görme" bahsine misâl de "vahdet-i vücud" zevki, İslâm'ın "vahdet-i vücud" anlayışına tersinden ve fizik ilminden yaklaşma hâlinde,
Albert Einstein'dan:
- "Tecrübe edebileceğimiz en güzel ve en derin heyecan, mistik heyecandır; her hakiki ilmin tohumu... Bu heyecanı bilmeyen, kendisine yabancı olan, onun karşısında hayret ve hürmet duymayan insan ölmüş gibidir. Bazen nüfûz edemeyeceğimiz şeylerin gerçekten var olduklarını bilmek, bizim en iptidâî şekillerde idrak edebileceğimiz en yüksek anlayış ve parlak güzellik hâlinde tecelli ettiklerini bilmek, hakiki dinin merkezidir..."
- Akıl her ne kadar delil teşkil etse de "hüccet-i baliğa; sağlam delil" olamaz.. İkmâle muhtaç ve daima noksandır. "Sağlam delil" peygamberlerle gerçekleşir. Aklın idrak derecesindeki eksiklik bazı âdi işlerde bile meydandayken şeriatı akıl mizânına vurmaktaki sakatlık ortadadır. Akıl mizânının hükmünü esas kabul etmek, nübüvvet makamının inkârına kadar gider...
- Aklın idrakinden âciz olduğu işlere âit hakikat, ancak nübüvvet makamında tecelli eder. His tavrı, akıl tavrının ötesindedir. Onun da ötesinde peygamberlik tavrı vardır.
-Evvelâ his hükmeder, akıl onu doğrular veya yalanlar. Sonra da bozar. Akıl mertebesi kâfi gelseydi peygamberlerin gelmesine lüzum kalır mıydı?
-Haşr ve Ahiret azabı peygamberlerin gönderilmesiyle takyid olunmuştur. Bu hususta kat'î bir âyet mevcuttur..."
- "Zâhirî beş hassemizin hissedip doğruluğuna hükmettiği bazı maddeleri bazen mümeyyiz kuvvet yalanladığı gibi, mümeyyiz kuvvetin kabul ettiği şeyleri de bazen akıl tekzib eder.
Aklın hükmettiği maddeleri de, onun üstündeki makam olan nübüvvet -ki şeriat tavrıdır- fesheder."
- "İnsanın âlemden hayırlı olması, ancak idraki sayesindedir!
Allah, insanoğlunun anlayış ve melekelerinden her birini, onun, âleme nüfûz etmesi için yaratmıştır; âlemden murad, varlıkların cinsleridir..."
- " (...) Ruh, bedene ilişmeden önce kendi âlemindeydi. Bu âlem de misâl âleminin üstündedir. Bedene iliştikten sonra da ruhun misâl âlemiyle bir alâkası kalmamıştır. Böyle iken, bazı ânlarda insan, kendi hâllerini Allah'ın yardımıyla misâl âlemi aynasında görmeye muvaffak ve bu hâllerin güzellik veya çirkinliğine orada şahit olur.
Rüyâlarda bu hâl açıktır. Çok defa bu hâl uyanıklık anında da görülür."
Werner Heisenberg 1927'de meşhur "belirsizlik prensibi"ni ortaya atarak hâlen hâlledilmemiş bir tartışmayı başlattı. Basit bir ifâdeyle;
Werner Heisenberg, gözleme fiilinin, gözlediğini değiştirdiğini belirtti. Bundan, şuurun netice üzerinde doğrudan bir etkisi olduğunu kastetmiyordu; atomik sistemlerde olup bitenleri ölçmeye çalışırken karşılaştığı problemlere işaret ediyordu. Atomik bir sitemin inanılmaz derecede küçük olması sebebiyle, herhangi bir müşahede onu ciddi biçimde etkilemeksizin yapılamaz. Bu, kaba bir benzetmeyle, çok küçük bir saat mekanizmasının, onun işleyişini bozmaksızın gözden geçirilemeyeceğini söylemek gibi bir ifâdedir. Mekanizmanın küçüklüğü, bizzat müşahedeyi ve ölçümü zorlaştırıyor..."
- "İnsan cevheri, yaratılışının başında ilim ve idrakten boş olarak halkedilmiştir. İnsan, Allah'ın yarattığı âlemlerden hiçbirini bilmiyordu.
Âlemlerin nihayeti yoktur; onu ancak yaradan bilir. Allah'ın yarattıklarını ancak Allah'ın bildiğine âit âyet, bu hakikati tasdik eder..."