Henüz ilk sayfalarında, anlatılan hikâyeden çok, zihnimin bir köşesinde sessizce bekleyen başka bir şeyin uyanmaya başladığını hissettim. O şeyin ne olduğunu hâlâ tam bilmiyorum. Ama adını koyamamak, onun gerçek olmadığı anlamına gelmiyor.
Roman, tek bir çizgide ilerlemiyor; tam tersine, kendi içine kıvrılan, sonra yeniden açılan bir anlatım örgüsü kuruyor. Hikâyelerin iç içe geçmesi masalla hikâyenin, hayalle gerçeğin yer değiştirmesi beni büyüledi. Çünkü ben de zaman zaman yaşadıklarımı bir anlatının parçası gibi anımsıyorum. Ve artık emin olamıyorum: Bazı anılar gerçekten yaşandı mı, yoksa onları yalnızca hissettik diye var olduklarını mı sandık?
Çocukluğumdan kalan imgeler var, çok net. Ama o netlik, gerçeğe mi yoksa tekrar tekrar kurduğum hayale mi ait, kestiremiyorum. Belki de Gaarder’in asıl yaptığı, bu belirsizliği yüceltmekti. Okura şunu fısıldıyor gibi hissettim: “Ne kadarını uydurduğunu bilmiyorsan, hikâyen tamamlanmaya başlamıştır.”
Panina Manina karakteri, zihinsel bir yankıydı adeta. Belki Petter’in içinden sızan ama onunla sınırlı olmayan bir varlıktı. Hepimizin içinden çıkıp yürüyen böyle karakterler yok mu? Hiç tanımadığımız ama yıllardır içimizde yaşayan hayal arkadaşları, eksik bıraktığımız hikâyeler?
Kitabın sonunda hiçbir şey tam anlamıyla açıklanmasa da ben tamamlanmış hissettim. Çünkü bazen kitapların cevabı yoktur; yalnızca doğru soruyu içimizde bırakmaları yeterlidir.