“Aşk şarabından arda kalan bir işret yorgunluğuyla hecelenen bu şiirler, mânâ denizine atılan bir şişe içinde bulundu... Şarabı ben içtim, şiirler size kaldı…”
Ey Âfet-i Sûzan!
Unutma ki, 'Aşk'; kelimelerin nâmusuna ilişmeden yekpâre sâdeliğimizle yazgımıza yenilmektir. Sevmek ise; bu yenilgiyi havârîler gibi kutsamak. Benimkisi ise; tek perdelik matineler gibi paramparça oluşun cinâyeti ya da bir çocuksu inanışın...
Sana gelince; sen, varlığını yokluğun için delîl olarak kullanmaksızın, reçineli aşklardan kaçan; ama, bir gün adanacak bir yokluğu -belki beni- varlığına delîl olarak kullanmaya muhtâç olduğun için fildişi kulemin prangalı mahkûmusun. Korkarım ki özgürlüğün dudaklarımın tuzunda…
Ey Sevgili...
Sevginin havârîlerine yetiş. Çünkü ben aşkımı göklere çıkaracak kadar edîb ve münevver; ama aynı aşkı içime gömecek kadar da edep sâhibiyim. Belki bir gün sırrıma aşinâ olursun.
Evet..! Roma bir kez yakılır; ve sen, Roma’yı yaktın...
Sergüzeştî hayâtının her gününü istiyorum...
Neden mi?
Çünkü kalender havarîler kaldıysa yollarda; sevginin en mâhrem sırrına ermek gerektir .. Yâni; dokunaklı şarkılar bir yana; taşralı türküler söyleyip, varoşlarda üşümek gerektir ..
Çünkü her gençliğin dört umdesi vardır ..
... Vatan kokusu ...
..... Kitap kokusu ...
..... Oğul kokusu...
..... ve Yârin kokusu...