"Ey Sevgili! Su, geçtiği zaman toprakta nasıl yaralar, yarıklar açıyorsa, senin bakışının özlemi de benim gözlerimden akan yaşlar gibi benim bağrımda yarık yarık, şerha şerha yaralar açmakta."
Öte yandan beşerin gönülleri hep hastadır, hastalıklıdır. Gönüllerde hastalıklar olduğu için dünyalık imtihanlarımız ağır geçer. Varlık bunun üzerine bina edilmiştir.
Fuzuli... suyu bir çölde gören adam. Bulunduğu iklimde, Kerbela toprağında suya ipotekli bir hayatın çocuğu. O coğrafyada suyun adı Dicle'dir ve Dicle, hayat demektir. Eğer Hille' de Fuzuli'nin yaşadığı o Bağdat civarında, o Mezopotamya dediğimiz iki armağın arasını bir Fırat ile bir Dicle doldurmasaydı hayat sekteye uğrardı şüphesiz. Zannederim, Fuzuli bu şiiri yazarken Dicle'nin sularını çok seyretti. Dökülüşleri, çırpınışları, koşuş ve duruşlarını ruhuna yazdı ve suyu bir ilhama o zaman dönüştürdü. Bir şair yüreği ile bir ırmak ancak bu kadar bütünleştirilebilir çünkü. O ki, sözleriyle suyu parçalar, moleküllerini ayırır, adeta akışkanlar mekaniğinin bütün sırlarını orada keşfeder, bize aktarır.
Ey Gül gibi olan Sevgili! Sen dünyadan gittikten sonra, senin gülün solduktan sonra Bâğbân varsın şu bağı suya versin, madem ki bahçede bir daha senin yüzün gibi bir gül açılacak değil, o hâlde suya verilse ne çıkar?