Belleğin tuttuğu, silmeye yanaşmadığı, ikidebir yüzeye vurduğu her birimi kendi istemimizle anımsadığımıza olan inancımızı güçlü kılmak için didinip duruyorduk.
Şüphesiz ütopyalar kurar çözeriz hepimiz, az ya da çok bel bağlarız onlara: Erewhon' dan Blanchot'nun Bataille'ın "negatif cemaat"ına demir atarız onlarda, sonra gelir yapayalnızlığımız bizi bulur.
Belli ki unutulan, unutulmuş oluyordu. Hem, unutmak fiili, kayıtlardan silmek anlamına gelmiyordu: Anımsamamak, anımsayamamak değildi ki unutmak, genellikle: Bir an için, belli bir süre için anımsamamaktı unutmak.
(...) Cafe Luxembourg'a oturmuştuk Tül'le. Hemen gördüm onu. Bej, belden sıkma pardösüsüyle bakımsız bir Beckett. (...) Kendi kendisine konuşarak, herkes yağmurda hızlandığında ritmini değiştirmeyerek volta atmayı sürdürdü.
Başlangıçta, insanın aklına, buluşacağı kişiyi geciktiği için söylenerek bekleyen birini getiriyordu. Dikkat kesildikçe, kimseyi bekliyor olamayacağı apaçık görülüyordu. (...)
Kimseyi beklemediği doğru muydu gerçekten de? Sıradan bekleyişlerden farklıydı onunkisi; Godot'yu beklemekten de: Bende, buluşmaya yıllar önce gelmediği için Hayat'ın tekerlek dönüşünü ters çevirmiş bir sevgilinin imgesi o an harekete geçmişti.
Parmaklarımızın bastığı tuşlarla ulaşabildiğimiz noktaların sayısızlığı bizi gönendiriyor. Ne hazin ! Yeryüzünden eskisinden az kan kokusu geliyor, diyebilir miyiz? Kişi başına düşen mutluluk, iletişim, uygarlık birimlerinin arttığını söyleyebilir miyiz ? Bilme, öğrenme, ilerleme efsanesi bizi vandallığın, sağırlığın ortasına gömdü.
Bir ağaçla konuşmaya kalkışmak, türdeşleriyle paylaştığı sağırlık basamaklarını tırmanmaktan yorgun düşmüş biri için hiç de akıldışı bir davranış, mantıktan yoksun bir seçim sayılamaz. Duyduklarını anlamaktan aciz komşularımla kuracağım diyalog, beni duymadığından bütünüyle emin olmadığım bir ağaca doğru konuşmaktan, iç konuşmaktan daha tutarlı olur, kim diyebilir ?