Kitapların ödünç vermekten nefret eden amcam, hiçbir şey söylemeden beni koridora çıkardı. Pembeli kadına deli gibi aşık olmuş bir halde yaşlı amcamın tütün lekeli yanaklarını tutkulu bir şekilde öptüm.
Kendimizi daima ruhumuz tarafından kuşatılmış gibi hissetsek de, bizi çevreleyen bu ruh sabit bir hapishane değildir; daha ziyade ruhumuzu aşmak, dışarıya ulaşmak için sürekli hamleler yaparak, onunla birlikte bir hayal kırıklığı içinde sürüklenir, etrafımızda hep dışarıdan bir yankı değil de, içimizdeki bir titreşimin çınlaması olan ve hiç değişmeyen bir tını işitir gibiyizdir. Nesnelerde ruhumuzun onlara aksettirdiği, kendilerine değer kazandıran yansımayı bulmaya çalışırız; doğal ortamlarında nesneleri zihnimizde bir takım fikirlerle yan yana bulunmalarına borçlu oldukları büyüden yoksun bulunca, hayal kırıklığına uğrarız; bazen bu ruhun bütün gücünü dışımızda olduklarını, kendilerine asla ulaşamayacağımızı açıkça sezdiğimiz insanları etkilemek üzere, beceri ve ihtişama dönüştürüz. İşte bu yüzden sevdiğim kadını daima o sıralarda görmeyi en çok arzuladığım yerlerle çevrelenmiş olarak hayal etmemin, bu yerleri bana onun gezdirmesini, bilinmeyen bir dünyanın kapılarını bana onun açmasını istememin sebebi basit ve tesadüfi bir zihinsel çağrışım değildi; yolculuk ve aşk hayallerim tek bir kuvvet halinde fışkıran ve yön değişmeyen yaşama gücümün farklı anlarından başka bir şey değildiler aslında.
Duru suların dibinde, tere öbeklerinin altında tahta parçalarının çürüdüğü, biraz ileride alçak duvarlar boyunca salkım salkım mor ve kırmızı çiçeklerin uzandığı, ırmaklarla sulanan tepelik bir ülkenin özlemiyle doldum taştım.
Bir insanın ruhunun onda vücut bulan erdemle (en azından görünürdeki) bağlantısızlığı, estetik değerinin haricinde psikolojik olmasa da, fizyonomik bir gerçeklik barındırır içinde.