Ahmet: Esselamün aleyküm.
Mansur: Ve aleykümüs-selam. A, safa geldiniz. Buyurunuz beyefendi!
Ahmet: (Arapça) Ben "beyefendi" değilim.
Mansur: (Gülerek) Demek yekden (birden) paşa oldunuz!
Ahmet: (Yine Arapça) Ben Türkçe bilmem. Arapça söyleyiniz.
Mansur: Vay! On günde unuttunuz mu? Geçen gün Mehmet Efendiyle güzelce konuşuyordunuz.
Ahmet: (Arapça) Evlad-ı Türk (Türk evladı) yanında Türkçe bilirim, lâkin evlad-ı Arap (Arap evladı) yanında unuturum.
Mansur: Haydi, hatırınız için öyle olsun. Arapça konuşalım! İyisiniz inşallah beyefendi?
Ahmet: Beyefendi değilim.
Mansur: Sahihan (gerçekten) paşa mı oldunuz?
Ahmet: Hayır.
Mansur: O hâlde ne diyeceğiz?
Ahmet: İsmim "Ahmet", mahlasım "Şunudî"dir.
Mansur: Ahmet Şunudî Bey.
Ahmet: Bey değilim.
Mansur: Ahmet Şunudî Efendi.
Ahmet: Efendi değilim. İsmim Ahmet Şunudî'dir.
...amcasından muntazaman almakta olduğu mahiyye (maaş) on Napolyon'u hemen kitap mübayaasına verirdi (satın alırdı). Başka bir merakı, başka bir eğlencesi yoktu.
Ağustos gecesi gibi berrak gözleri muhip (dost) ve açık olan kalbinde herkes için birer kuşe-i hulus ve muhabbet (samimiyet ve sevgi köşesi) bulunacağını irae ederdi (gösterirdi).
Mehmet Efendinin mazi (geçmiş) yahut istikballe (gelecekle) işi yoktur. Bütün kuva-yı zihniyesini (düşünce gücünü) hal-i hazıra (şu ana)... hasreden (ayıran) bir adamdı.
Mansur küçüklüğünden beri biraz kibre, hodbinliğe (bencilliğe) mail (eğilimli) olduğunu izhar (belli) etmekteydi. Fıtraten (yaradılış bakımından) kalbi pek merhametli, rikkatli (yumuşak) idiyse de Çerkes dağlarında doğmuş, İstanbul'da büyücek bir dairede büyümüş, en sonra Ebu'l-Mansur gibi şecaatine (kahramanlığa) mağrur bir yiğide zevce olmuş olan validesinin tesir-i nüfuzuyla (etkisiyle) Mansur'un ahlâkında bazı uygunsuzluklar meşhud oluyordu (gözleniyordu).