Turgut Özal'ın Anıları

Mehmet Barlas
368 syf.
7/10 puan verdi
·
Beğendi
·
1 saatte okudu
Dikkat spoiler içerir. Günümüzde pek de iyi anılmayan gazeteci yazarın merhum Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile 1991-1992 yılında yaptığı çalışmalar ile anılarını yansıttığı, ayrıca İzmir İktisat Kongrelerinde, çeşitli toplantılarda yaptığı açıklamaları, Yeni Görüş adlı metnini ve 1970li yıllarda Demirel'e yazdığı ekonomik ve ülke
Turgut Özal'ın Anıları
Turgut Özal'ın AnılarıMehmet Barlas · Birey Yayınları · 200021 okunma
Bir de bu Maastrich'le ilgili bir sual sorulmuş. Tabii Maastrich'in nereye gideceğini şu anda bilmiyoruz. İngiltere ile Almanya arasında epey problem var. Onu da görüyorum. Tabii, bizim Avrupa Topluluğu'na girmemiz Maastrich'le falan ilişkili değil aslında. "Bizi Avrupa Topluluğu'na alırlar mı, almazlar mı?" Eğer Türkiye güçlü olursa, demin anlattığım Türkiye olursa alırlar. Ama Türkiye güçlü olmazsa, Türkiye'nin girmesi, bir Yunanistan'ın girmesi kadar kolay olmaz. Yunanistan, Hıristiyan bir ülkedir. 10 milyon nüfusu vardır. Onu alırlar. Ama 60-70 milyonluk Müslüman bir ülkeyi ancak güçlü bir ülke olduğunuz zaman alırlar. Ben bunu ta başından beri biliyorum. Tabii ille girelim diye de ısrarımız yok, onu da söyleyeyim. Alırlarsa alırlar. Faydası varsa gireriz. Ama, ille bizi alacaklar, diye her şeye razı olmak taraflısı da değiliz.
Reklam
Soru: Efendim, yabancı sermaye şirketlerimizin genel müdürleri, birkaç sual sormuşlar. Yabancı sermayeyi Türkiye'ye çekmek için yapılması gerekenler nelerdir? Tavsiyeleriniz? Cumhurbaşkanı: Benim tavsiyem şu, yabancı sermaye şirketi ile yerli bir şirket arasında hiçbir ayırım yapmamaktır. Zannediyorum o noktaya daha Türkiye gelemedi. Bugün teşvik bakımından olsun, vergi bakımından olsun, personel bakımından olsun, herhangi bir ayırım bahis konusu değildir. Yıllar önce çok ayırım vardı. Yabancı, yabancı olarak görülüyordu. Bugün öyle görülmüyor. Bir de tahmin ediyorum, yabancı sermaye şirketlerini Türkiye'ye çekebilmenin ikinci önemli yolu, büyük şehirlerimizde International okulların açılması lazım. Eğer büyük çapta bir yabancı sermaye girecekse, bu şirketlerin genç bazı personeli dışarıdan gelecektir. Bunların çocuklarının okuyabileceği okulların açılması gerekli. Biz hâlâ Lozan Anlaşması'na takılmış kalmışız. Halbuki, bu okulların açılmasında hiçbir mahzur yoktur. Bu meşhur kapitülasyon hikayesiyle ilgilidir. Kapitülasyon hikayesinden de, o tabudan da kurtulmak lazım. Bu okullar açılırsa, yabancı sermayenin gelmesi daha kolay olur. Aksi takdirde, çok zor geliyorlar. Sadece İstanbul'a gelmek istiyorlar. Diğer şehirlere gitmek istemiyorlar. Benim gördüğüm bu. Halbuki, bizim Türkiye'nin her tarafında bu imkanları sağlamamız lazım. Bundan da korkacak bir şey yok. Zannediyorum tek kalan nokta budur. Başka bir şey yoktur.
Milletimiz şu an da özelleştirmeden de korkuyor.
Benim bir müşahedem daha var, içinde yaşadığım için biliyoruz, biz yabancı sermayeden çok korkan bir toplumduk. Böyle alıştırılmıştık. Yabancı pek hoşa giden bir kelime değil. Yabancı sermaye de, 196O'lı, 1970'li yılları biliyorum, hatta 1980'in başını biliyorum. "Aman gelmesin, gelip bizi bir nev'i sömürecek, bizi bitirecek" diyenler, gazetelerimizde hala o yazıları, o türküleri söyleyenler köşelerde duruyor, onu biliyorum. Bugün dikkat ediniz, yabancı sermayeden kimse korkmuyor. Var mı korkan? Yabancı sermayenin önemli bir kalkınma aracı olduğu hususunda geniş bir konsensüs vardı. Bu da, geçtiğimiz 7-8 senede meydana gelmiş bir husustur. Bunu da iddia ederim. Ben 1970'li yıllarda devlette çalışmıyordum, özel teşebbüsteydim. Yabancı sermaye düşmanlığının ne mertebeye erdiğini daha iyi biliyorum. Planlama'nın o bölümünde çalışan hanımlarımıza veyahut da çalışanlarımıza isimler takmışlardı. Mesela birine 'korkunç yenge' derlerdi, yabancı sermayeciler. Çok iyi hatırlıyorum. Çünkü bir işi geçirmek mümkün değildi. Yani 8 ayda bir iş nihayete erdirilemezdi.
Şöyle bir laf var: Almanya'da, yeni para da basılmış. Çok büyük bir enflasyon hadisesi oluyor. Erhard, "Yeni para ile beraber malları serbest bırakacağım" diyor. Fiyatlar serbest. Erhard'ı Amerikan generalinin karşısına çıkarıyor, "Sen bunu nasıl yaparsın" diye bilhassa İngilizler çok sıkıştırıyor. O da generale diyor ki, "Ben malları serbest bıraktım, vitrinleri dolduracağım, bu insanlar bu malları almak için vargüçleriyle çalışacaklar." Söylediği formül gayet basit: "Bu malları almak için bu insanlar çalışacaklar." Ve zannediyorum ki, Batı Almanya'yı Doğu Almanya'dan ayıran en önemli fark burada. Onun üzerine Amerikalı General, "Sen bildiğin gibi yap, ben senin arkandayım" diyor. İşte Almanya'nın kaderini değiştiren hadise budur. Ben, Almanya'ya 1955'te gittim. Daha 56 sene geçmişti, Alman işçisi haftada 55 saat çalışıyordu. Bugünkü gibi 35 saat değildi, 55 saat çalıştığını gözlerimle gördüm. Ve Alman mühendisleri 1000 mark aylık alıyorlardı. Bugün Almanya'da ayda 1000 markı hiç kimse almıyor. Düşük bir para haline geldi. Markın dolar karşısındaki paritesi 4 mark 1 dolardı. Şimdi ise 1.5 mark, 1 dolardır.
Ekonomik düzen meselesine de gelmek istiyorum. Biz devletçi politikayla başladık. Cumhuriyet'in 1930'lu yıllarında ve sonrasında, Kamu İktisadi Teşeb-büsleri ağırlıklıydı. 1950'den sonra, özel sektör teşvik edilmekle beraber devletçi politika da devam etti. 1960'da bunun tersi yapılmak istendi. Bir nev'i planlı ekonomi devresi. O sıralarda bunun dünyada da çok büyük reklamı vardı. Hindistan bunu takip ediyor, birçok ülkeler planlı bir ekonomi içerisinde diye, bizde de Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu. 1960 hareketinden sonradır. Planlı ekonomi tabii ki komünist ülkelerin ekonomisi, merkezi planı gibi değil ama, biz de oldukça merkezi bir plana sahiptik.
Sayfa 440Kitabı okudu
Reklam
Ne yapmışız, herşeyi Milli Eğitim Bakanhğı'na bağlamışız. Bununla bir yere gidemeyiz. Birkaç kez de ifade ettim. Eğitimde, sağlıkta da, rekabetin olmadığı yerde, aynen sanayi ve ticaret gibi gelişme olmaz. Gelişme mümkün değildir. Muhakkak rekabeti oraya sokmak lazım, yeni düşünceleri sokmak lazım. Milli Eğitim Bakanhğı'na, bütün okullar bağlı. Bunun altından kalkamaz ki. Bir Talim Terbiye heyetiyle tedrisat programlan yapılacak, bu kadar hızlı değişim olan dünyaya nasıl uyacaksınız? Ben uğraştım, uğraştım birçok şeyleri yaptıramadım Milli Eğitim Bakanhğı'na. Yapılması mümkün değil. Bilgisayarlı eğitim sistemini, o kadar büyük tahriklerde bulunmama rağmen, bir türlü yerli yerine oturtamadım. Bakan değişti, fikir değişti. Müsteşar değişti, Talim Terbiye değişti. Belki başka fikirler geldi. Öylece kaldı yerinde. Ama bugün çok daha modern eğitim yapmak imkanı vardır. Dünyada şartlar çok değişmiştir. Çok daha bilgili nesiller yetiştirmek kabildir. Öğrenmenin de sonu yoktur
Bugün Türkiye bütçesinin açığının ana sebebi, benim kanaatime göre, Kamu İktisadi Teşebbüsleri'nden ve ona benzer kuruluşlardan geliyor. Tabii bu açık arttıkça, faiz de artıyor. Faiz arttıkça, açığınız tekrar artıyor. Tekrar borçlanma gereği artıyor, faizler bir türlü aşağıya inmiyor. Enflasyonun da aşağıya inmesi mümkün değil. Aslında demin de masada arkadaşlara söylüyordum.
Devlet sınai ve ticari faaliyetlere asla girmemelidir. Kamu İktisadi Teşebbüsleri derhal tasfviye edilmeli, özelleştirilmeli veya ki-ralanmalıdır. Yatırımlarını geri ödeyebilen elektrik santralleri, içme suyu, otoyollar, telekomünikasyon gibi altyapı hizmetlerini özelleştirmekten kaçınmamalıyız. Aynı çerçevede Sosyal Güvenlik sisteminin süratle özelleştirilmesi şarttır. Aksi takdirde ve bugünkü işleyişiyle devam ederse, sosyal güvenlik sisteminin devleti çökerteceğinden korkarım. Doğru olanı: "Belirli bir geçiş sürecinden sonra fertlerin, standartlarını devletin koyduğu, ancak bizzat kendilerinden seçtiği özel sigorta sistemlerinden yararlanmasıdır." Hukuk Reformu Zaruridir. Devleti, güvenliği, adaleti, insanlara eşit muameleyi sağlamak gibi asli görevlerini layıkıyla yerine getirecek yapıya kavuşturmak.
Özal'ın II.İzmir İktisat Kongresi konuşması
Değerli delegeler, Türkiyemizi birinci sınıf ülkeler arasına sokmanın şartları, ana hedef ve yöntemlerini şöyle ifade edebilirim: Bu hedefe ulaşmanın temelinde demokrasiyle el ele gelişen serbest pazar ekonomisi yatar. Bu sisteme önümüzdeki on yıl süresince de mutlaka bağlı kalmalı, devletin ekonomiye müdahalesini asgariye indirmeliyiz. Dışa açılma politikamızdan asla taviz vermemeliyiz. "Bebek endüstriler" , sanayi, ticaret ve tarımda korumacılık gibi zaman zaman ortaya atılan ve duygusal kabul gören kolaycı yaklaşımlara itibar etmemeliyiz. Bunun, Türkiye'nin geleceğine ipotek koymak demek olduğunu unutmamalıyız.
Reklam
Osmanlı Devleti'nin son 150 senesinden itibaren en büyük meselemiz, kalkınma önünde en büyük engelimiz ve darboğazımız dış ödemeler dengesiydi. Bu konuda II. İktisat Kongresi'nde işaret ettiğim hedef şuydu: "Türkiye'nin bu meseleyi III. İktisat Kongresi'ne kesin çözüme kavuşturmuş olarak gitmesi gerekmektedir" demiştim. Bu problemin çözümünün odak noktası ise ihracatımızdır. İhracatı, sadece ürettiklerimizi dış pazarlarda satabilmek şeklinde değil, ülkemizin kapalı ekonomiden vazgeçerek topyekün dışarıya açılması olarak anladığımı da vurgulamıştım ve şöyle devam etmiştim: "Ürettiklerimizi, başka milletlerin üretimleriyle uluslararası rekabet platformunda sınamadan, bu üretimlerde başarılı olduğumuz kanati indi ve sübjektif olmaya mahkumdur. Bunun için, önümüzdeki dönemde yıllardır gösterdiğimiz çekingenliği yenerek dış aleme cesaretle açılmayı milli bir hedef olarak benimsemeliyiz. Ödemeler dengesi problemine ancak bu yolla temelli ve kalıcı bir çözüm getirebiliriz.' demiştim.
İktisat Kongresi'nden ancak 58 yıl sonra toplayabildiğimiz II. İktisat Kongresi'nin yapıldığı tarihte, Kasım 1981'de, Türkiye'nin şartları neydi? Ülkemiz askeri idare altındaydı. Türk ekonomisi 1970'li yılların sonuna doğru başlayan ve 1980'de en şiddetli safhasına giren kriz dönemlerinden birini yaşıyordu. İflas, 'boğazların hasta adamı' gibi düyunu umumiye felaketini çağrıştıran yakıştırmalar fevkalade moral bozucuydu. Ancak, II. İktisat Kongresi'nin kapanış konuşmasında belirttiğim gibi, 1980'lerin başında Türkiye az gelişmiş bir ülke olarak da nitelendirilemezdi. İğnemizi, kefenimizi, çimentomuzu ve şekerimizi ithal ettiğimiz günleri geride bırakmış, bu üretimi yapacak fabrikaları kurabilecek teknolojik güce sahip olmuştuk.
1980'li yıllar bütün dünyada 'ortak bir kanaatler bütününden' yani, devletçi doktrinlerden, 'yeni bir bütüne' 'devletçilik karşıtı mücadeleye girişildiği yıllardır. Bu yıllar aynı zamanda kitleler çağının sona erdiği yıllardır.
Atatürk, 1936 yılında o günkü şartlar altında hiçbir tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde bizde uygulanan devletçiliği şöyle açıklamıştır: "Türkiye'nin uyguladığı devletçilik sistemi, 19. yüzyıldan beri sosyalizm kurumlarının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye'nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye'ye has bir sistemdir". Ayrıca TBMM'nin 1/11 /1937'deki açılışında "Kesin zaruret olmadıkça piyasalara karışılamaz, bununla beraber hiçbir bununla beraber hiçbir piyasa da başıboş değildir, " diyerek görüşlerini tefsire ihtiyaç göstermeyecek şekilde açıklamıştır.
1923 yılında nüfusumuzun 10.5 milyon dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Ancak bu nüfusun yapısı tahlil edildiğinde oldukça menfi şartlar nazarı dikkati çeker. Mesela, uzun süren harpler sebebiyle, erkek nüfusumuz kırılmış (sadece Çanakkale muharebelerinde 213.000 şehit verilmiştir), kadın nüfusumuz daha ağır basar hale gelmiştir. 1927 yılında genel nüfus içerisinde 1000 kadına 927 erkek düşüyordu. Buna ilaveten müstahsil nüfusun yüzde 48'ini 20 yaşından küçük gençler ve çocuklar teşkil ediyordu. Diğer bir deyişle, arka arkaya gelen Balkan Harbi, I. Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı, vatanı uğruna ölebilecek kadar fedakâr evlatlarını silmiş süpürmüş, hemen hemen her aile bir ya da birkaç şehit vererek temel direklerini kaybetmişti. Geriye kalanlar, çocuklar, kadınlar, savaşamayacak ihtiyarlar ile harp malulleriydi.