Çoğu kitap, kahramanın gündüz kuşağındaki bilinç akışı içinde geçer. Uyku arkaplanda kalan bir figürandır. Uyku Tanrısının Evi'nde ise bu gelenekten uzakta, tamamen deneysel ama yazarın gerçekliğine büründürülmüş bir metin okuyoruz. Bu kitap tamamen rüyalardan oluşuyor. Girizgah paragrafları haricinde, küçük bir kızın gündüzden kaçıp gecede avunuşuna tanık oluyoruz. Her rüyanın kendi içindeki anlamını çözümlemek gerekiyor; bir fotoğrafı negatifinden anlamaya çalışmak gibi de diyebiliriz. Lakin ekseriyetle belirtmemiz gerekir ki, yazarın hayat öyküsünü kitaptan önce okuyunuz. Kendi içsel yolculuğuna mahkum edilmiş bir kız çocuğunun bağımlılığa sürüklenişi, geceden başka sığınacak bir kabuk bulamayışı içinizi acıtacak. Israrla tavsiye ediyor, yorumumuzu bir alıntı ile bitiriyoruz;
"Pencerem yansıttığı her şeye kibar bir yüz veren büyülü bir ayna gibiydi. Düşmanlık ve karışıklık bile bu aynada güler yüzlü olurdu. Penceremden dışarı baktığımda her şey dost, berrak ve basit görünürdü. Bütün gün boyu beyaz gökyüzünü seven ve oyun bahçesinde kuşlar gibi hür dans eden çocukları seyrederdim. İçinde bulundukları hava onları bir anne gibi korurdu. Gece ise benim annem benimle buluşmaya pencereye gelirdi. Bir yabancı gibi, yapayalnız fakat sayısız yıldızla donanmış olarak. Gece benim annemdi. Yalnız benim, sevgili annem. Benim sığınağım."