Sonra, işte ben böyle bakarken, Haydar pat pat öten kocaman adımlarla varıp büfenin yanında durdu ve çevresindeki insanlara dönerek, yuvasından fırlayıveren telaşlı bir kâhin edasıyla, kaçın yağmur yağacak, kaçın yağmur yağacak, kaçın yağmur yağacak, diye bağırdı.
O sırada, demir parmaklıkların gerisinden görebildiğim kadarıyla, kimse dönüp bakmadı ona. Sesini bile duymadılar belki, duydularsa anlamadılar, anladılarsa umursamadılar ve yanından yöresinden, birbirine karışan rüzgarlı adımlarla geçip geçip gittiler.
Haydar da, durduğu yerde pek durmadı zaten, buharlaşmış gibi, birdenbire kayboldu.
Sonra, işte onun kaybolmasıyla birlikte, benim burnuma da acayip bir yağmur kokusu geldi sanki. Dahası, ben oturdukça yoğunlaştı bu koku, ben baktıkça yoğunlaştı, ben sustukça yoğunlaştı ve sonunda ıslak ıslak gitti, içimdeki uğultuların içine bile karıştı. Zavallı gövdemin çeşitli köşelerine yağmur yağıyormuş gibi oldu bir bakıma. Hatta, bu yağmur giderek azıtıyor, azıtınca ortalığı sel suları kaplıyor, kaplayınca da bu sular bir araya gelerek, uzak bir zamanın derinliklerine doğru gürül gürül akıyormuş gibi oldu. İşte o zaman, ben de, bir an için bu şehri harabeye çeviren yıllar önceki yağmuru düşündüm.
Biliyor musun, o gün havada bir tek bulut bile yokmuş aslında.