Gerçekten demokratik bir öğretim sistemi kendisine kayıtsız şartsız amaç olarak olabilecek en fazla sayıda bireye, en kısa sürede,en eksiksiz ve en mükemmel biçim de, verili bir anda tedrisi kültürü oluşturan kabiliyetler arasından olabilecek en büyük miktarda unsuru elde etme imkânı sağlamayı verense bu nevi bir sistemin,
iyi ailelerden gelen kimselerin oluşturduğu bir elitin eğitimine ve seçimine yönelmiş geleneksel öğretimin olduğu kadar, ısmarlama uzmanların seri üretimine dönük teknokratik öğretimin de zıttında konumlandığı görülür. Ancak öğretim siteminin gerçek manada demokratikleşmesini kendine amaç edinmek yeterli değildir. Kültürel eşitsizliğe etki eden sosyal faktörlerin tesirini sistematik biçimde ve sürekli olarak etkisiz kılmak için anaokulundan üniversiteye gerekli tüm önlemleri alan akılcı bir pedagojinin yokluğunda, öğretim hususunda herkese eşit şartlar verme yönünde bir siyasi irade gerçek eşitsizliklerin üstesinden gelemez; tüm kurumsal ve ekonomik araçlarla imkânlarla donansa bile. Diğer taraftan ise, gerçek manada akılcı, yani kültürel
eşitsizliklerin sosyolojisi üzerine inşa edilmiş bir pedagoji, kültür ve okula ilişkin eşitsizlikleri azaltmaya kuşkusuz katkıda bulunabilir ancak bu nevi bir pedagoji, meselenin özüne gerçek anlamda, sadece ve sadece, öğretmen-öğretim elemanı alımlarının ve öğrenci seçimlerinin gerçek manada demokratikleşmesinin tüm
koşulları (en başta akılcı bir pedagojinin tesisi) bir araya gelmiş olursa nüfuz edebilir.
İdeolojik oyunlar, kaygı dolu ve mutsuz bir
öğrenci ahvali tecrübesinin üstesinden gelmenin yollarından biri
de olabilir. Tanımadığı rakiplerden oluşan koca bir kalabalıkla
tedirgin edici bir temasın uyandırdığı endişeyi her an hisseden
ve son derece güç çalışma şartlarıyla karşı karşıya bulunan Parisli
öğrenci için, ne pahasına olursa olsun orijinal olmanın peşinde
koşmak fevkalade hayati bir işleve sahiptir. Bunalma ya da tecrit
olma gibi daha kolaylıkla itiraf edilebilen tecrübelerin, yer değiştirmiş olarak öğrencinin temel kaygısını ifade ediyor olması
da mümkündür: “Ben neyim” ve “değerim ne” sorularını hiç
durmadan sormaya mahkûm olup okuldaki başarı dışında bir
seçilmişlik göstergesine sahip olmadığından ötürü başarısızlık
veya anonimlik hissiyatını mevcudiyetinin derinliğinde hisseder.
Hoca tarafından fark edilmek (“göze girmek”) için yapılan kurnazlıklar ve gösterilen gayretler veyahut da onun tam tersi olan küçümseme ve çekiştirme gibi ideolojik tartışmalar da neredeyse bir terk ediliş tecrübesine benzeyen bu tecrübeden kaçınmanın yöntemlerindendir.
Dolayısıyla, kuralın dışsal tazyikine
karşı isyan, kuralın dayattığı değerlerin içselleştirilmesinin
yollarından biridir. Bir anlamda Freudçu mitte olduğu gibi, içe
yansıtılan babanın hükümdarlığı babanın öldürülmesiyle başlar.
İlk olarak toplumsal kökeni ne olursa olsun, kadınların edebiyat fakültelerine, erkeklerin ise fen fakültelerine yönelmeleri her zaman en olası durumdur. Bu noktada cinsiyetler arasındaki iş bölümü ve “yetenek” ayrımına ilişkin geleneksel modellerin tesiri fark edilir. Daha genel surette, öğretmenlik eğitimi veren edebiyat ve fen fakültelerine kadınlar daha fazla mahkûm edilmişlerdir: Babaları tarım işçisi olup üniversiteye girebilmiş kadınların bu iki fakülteden birinde bulunma ihtimali %92,2 oranındadır.
Öğrenci çevresine özgü ideolojik mutabakata büyük ölçüde iştirak eden kadınlar, üçte iki oranında "angaje" olduklarını ifade etmekte, olmayanlar ise bu hususta mazeret sunmaktadır. Ancak tüm söylemleri kadının görevlerine ilişkin daha geleneksel bir tanıma bağlılığı ele vermektedir. "Başkasına hizmet" in akılcı ve faydacı bir gerekçelendirmesi bu söylemde çok istisnai biçimde yer alır ve geleneksel etiğin kalıntısı olan kendini adama idealini yücelten metaforlar çokça bulunur.