"Önce saçlarını gördüm. Kuzgun karası idi. Gözleri saçlarından iki kat kara idi, bir bakıp can verirdi. Kirpikleri hançer idi. Ağzı divitsiz kara mordan bir hokka, dişleri bir sıralı inci, dudakları yaradanımdan al idi. Yanakları güz güllerinden goncaydı. Geldi yanıbaşımda durdu..."
Sevmek nemene şeymiş artık öğrendim, küçük kız! Senden öğrendim. Çıkma kapınızın önüne, evde senden başka suya gidecek kimin kimsen yok mu? Saçını kime ördürdün, çatkını kim çattı, ellerindeki kınayı kime yaktırdın?
"Eh..." dedi, "eh, bir dereceye kadar... Fakat makineninkilere benzemiyor hiç."
Ustanın rengi çözüldü.
"Benzemez de" dedi. "Bu, bizim ellerimizden çıkma, makineden değil..."
"Öyle ama... Makine çiftini doksan beşe indirdi, siz hâlâ yüz yirmi desiniz.."
Araya bir suskunluk düştü. Usta yutkundu, ellerini açtı, kapadı.
"O makine" dedi. "Makine... O doksan beşe de yapar, seksene de... Hatta yarım kâğıda da. Makine o çünkü. Yemek yemez, su içmez.."
İçini çekti, dokunsalardı bir...
"Sonra.." dedi, "sonra çoluk çocuk... Biz insanız da... Makine öyle değil ki... Yemek yemez, su istemez. Sonra çoluk çocuğu da yok hiç."
Güldüm. Kendi kendime güldüm. İçimden. Ankara nereydi, İstanbul nere? İstanbul "düş"tü, Muzaffer "düş"tü, Edip "düş"tü, Yılmaz namussuzu, Tevfik, hep birer iyi "düş"tüler. Allah kahretsin! "Düş"ünü de, onları da, beni de.