“Baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır...” Uzun süredir bir kitabın kapağını kapatınca kalbim böyle çarpmamıştı. Düşünceler beynimde bir karmaşaya sebep olmamıştı. Ben antikahramanları severim. Bu kitapta çoğunlukla sinir olduğum, anlamak için kendimi zorladığım bazen hayran olduğum, adsız kahramanın bir antikahraman olduğuna, yazarın paylaşımıyla ikna oldum. Yazar, “Edebi eserden ziyade günahlarımın kefaretini ödemek oldu” “Bütün bu yazdıklarımın tatsız bir etki yaratacağına eminim...” diye yazmış olsa da ben, günahlarına da, yazdıklarına da hayran kaldım. Sanki bir felsefe kitabının içindeydim. İlk notlarda kendini, düşüncelerini çok güzel anlatan ve gözümde kahramanlaşan adam, iş yerinde ve arkadaş ortamında tam bir zavallı gibi davranıyordu. Tanıştığı kadına kitap gibi konuşuyor, hem onu hem de beni etkiliyordu. En sonunda yine her şeyi berbat ediyordu. Bu antikahramanın kavgası kendiyle. Kendinden başka kimseye zararı yok. “Ne ben kimseye benziyorum ne de herhangi biri bana. Tek başımayım, ama onlar hep birlik” diye düşünürken aslında pek çok yönden onlar gibi olduğunu itiraf ediyor. Ama ne olduğunun farkında olmasının onu, onlardan daha akıllı yaptığını düşünüyor. “Okumaktan başka yapılacak işim, gidecek tek yerim yoktu, çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine çekebilecek bir meşguliyet bulamıyordum” diyen çok kitap okuyan, kendiyle dertli bir antikahramanla tanışmak isterseniz Dostoyevski’nin ruhunun yeraltından dökülen kelimelerle buluşun derim.