Yıkarak Yapmak

Uğur Tanyeli
Özgürlük kamusal mekanlarda inşa edilir, ama saklanarak, kaçarak, göstermeyerek, riyakarlık yaparak değil, açıkça göstererek, direnerek, sevimsiz de olsa gerçeği dışavurarak, doğrusözlülük ederek inşa edilir. Central Park’ın ortasına kulübe yaparak kurulur. Yoksulun yoksulluğunu görmezden gelerek değil, görerek ve ifade ederek kurulur. Polise kimlik göstermenin olağan bir vatandaşlık görevi olduğunu sanmak yerine, örneğin, ABD gibi kimlik taşıma zorunluluğu olmayan ülkeler de bulunduğunu söyleyerek kurulur. Tanzimat romanlarının yaptığının aksine, iyi cariyeler yetiştirerek değil, “serbest kötü kadınlar”ın kamusal mekanda görünme inadını sürdürmeleriyle kurulur. Bazen başörtüsüyle, bazen bikiniyle kurulur. Kim kamusal mekandan hangi kılıkta dışlanıyorsa, o kılıkta direnerek kurulur. Mary Wollstonecraft’larla kurulur. Apartmanın ön bahçesi gibi disiplinli, çiçeklikli, tarhlı parklar yaparak değil, doğa kadar özgür görünen peyzajlar tasarlayarak kurulur. Girişinde manyetik kapılar, polisler, kimlik kontrolleri, bariyerler olan meydanlar düzenlemek gibi trajik şakalar yaparak değil, meydanları herkese açarak kurulur. Alanı açmak için çabalayanlarca kurulur. İktidarlarca değil, direnenler tarafından kurulur.
Sayfa 309
…Rumeli kökenli Türkler de, Siirtliler de, “Büryan” dedikleri 10 bin km kadar uzakta Bengal’de de yenen ve orada “Biryani” denen bir tür etli pilav yaparlar. Bir gün bile “kökü dışarıda yabancı özentisi” bir yemek yediklerini düşünmezler. Oysa aynı insanlara “bordelaise soslu et” veya “boulabaise” pişirmeleri öerilseydi, kuşkusuz böyle züppe bir talebin nereden çıktığını soracaklardı. “Biryani” değil “boulabaise” yabancılanıyorsa, bunun nedeni öncelikle, tanışmadan bu yana geçen sürenin ilkinde uzun, ikincide kısa olmasıdır belki. Birini içselleştirecek kadar uzun bir süre geçmişken, diğerinde geçmemiştir. Ancak, bu çok yanıltıcı bir açıklama olur. Böyle yaklaşılırsa, Türkiye’deki kültürel değişimin karmaşık politikaları kavranamaz. Çünkü içselleştirme ve kendine mal etme süreçleri zaman aralığının genişlemesiyle ve eskimeyle tanımlı değil, ideolojik nitelikte süreçler. Bazı pratik ve olgular kolay, bazıları çok zor içselleştirilir veya hiç içselleştirilmez. Enderunlu Rasih geç 18. veya erken 19.yüzyılda yazdığı bir şevkiyesinde “Getürürler iç efendim deyü altun suları / Gah potka [votka] içer ol gül araki gâhice rom / Fakat ol bezme papas karesi olmui mahrem” diyordu. 18.yüzyıl İstanbul’unda içilen votka ve rom, hatta papazkarası hala rakı kadar içselleştirilmedi. Her iki karşılaşmanın neredeyse eşzamanlı olduğu düşünülürse, farkın kronolojik içerikli olmadığı anlaşılacaktır. Yabancılamanın nedeni aradan daha az süre geçmesi değil, kökenlerinin Doğu veya Batı diye etiketlenen kültür coğrafyalarına ait oluşu.
Sayfa 237
Reklam
Bruno Taut’un Birinci Dünya Savaşı öncesinden Türkiye’de basılan son kitabı Mimarlık Bilgisi’ne dek geçirdiği değişim, Modernist rasyonalite parodisinin tarihsel arka planını örnekliyor. 1913’te Leipzig’de düzenlenen Uluslararası Yapı Fuarı’nda Alman Çelik Endüstrisi pavyonunu inşa etmiştir. Bu yapı bağlamında kendisine bir sanat yapıtını vareden kurallar, ilkeler sorulur. Yanıtı, “Hayır, ilkeler olmamalı” biçimindedir. “Principium’un Latincede başlangıç demek olduğundan yola çıkarak, ondan hareket edilebileceğini, ama ilkenin ‘ölümüne kırbaçlanması’nı tehlikeli bulduğu”nu söyleyecektir. Kendisi bu yüzden şu Roma atasözünü uygun bulmaktadır: “Principiis obsta!” (Başlatıcı ilkelere karşı çıkın!)
Sayfa 118
Tarihsellik yerde içkin değildir, sadece toplumsal bir konstrüksiyondur. Başka bir anlatımla, tarihi ve tarihselliği özneler üretir; mimarlık ürünleri değil. Besbelli ki yerin, kentin hafızası yok.
Sayfa 273
Özgünlük, yaratıcılık, çağın ruhuna uygun biçimleri varetmek, taklitten kaçınmak gibi başlıklarda özetlenebilen koca bir Erken Modernist kavramlar dizgesi, imgenin serbest dolaşımı ve özgürce temellükü (sahiplenilmesi) olgularını inkar etme çabasıyla bağlantılıdır. Ya da daha paradoksal bir biçimde, imgelerin serbest dolaşımının engellenemeyeceği bilindiğinden, yalnızca mimarlarca temellükü engellenmeye çalışılır. Yani mimari imge öyle garip bir nesnedir ki, alım satımı serbest, ama kullanımı yasaktır. Özetle esrar, mariyuana gibi bir şeydir. Bütün bu yasaklamanın entelektüel arka planı ayrı incelemelerin konusu olacak kadar karmaşık ve uzun bir tarihselliğe sahip. Ona Yunanca mimesis’ten Latince imitatio’ya ve oradan da Rönesans ve sonrasına Batı dillerindeki imitation’a uzanan bir kapsamda yeni açıklamalar, yeni teorik gerekçeler üretildi.
Sayfa 224
Metodun icadı belirli bir pratiği türdeş ama farklı biçimlerde yapmayı mümkün kılar. Farklılığı ise yapıldığı yere değil, artık bir dizi hesaplanabilir veriye bağlıdır. Tıpkı 18.yüzyıl tahkimat tasarım metotları gibi, tüm metotlar birkaç hesaplanabilir parametre temel alınarak biçimlendirilmiştir. Yere ve toplumsallığa ilişkin sonsuz sayıda etmen ve parametre kurgulanabilir; ama metot tasarımcısı en yaşamsal saydığı birkaç veriyle sınırlar kendisini. Tahkimat için bunlar sözgelimi balistik, topografik ölçüm/haritacılık ve işgücü kullanım analizidir. İki ana amaç vardır: Top atışının vereceği hasarın en aza indirgenmesi, bunun için de güllenin yüzyden sektirilmesi ve ikisinin de en az işgücü kullanımı ve masrafla yapılması… Dolayısıyla yalnız üretimi değil, değerlendirmeyi, eleştiriyi de matematikselleştiren, yani yerötesi kılan bir dünyanın başlangıcıydı bu. Bugün bu şekilde düşünmeksizin mimarlık dünyasında nefes bile alınamıyor.
Sayfa 50
Reklam
Mimarlık için de bu aynen geçerli. Terim, Batı dillerinde Antikite’den (architectura), Türkçede (mimari) en azından 15.yüzyıldan beri kullanıldığı için “riyakar bir dost” sayılabilir. Linguistik ses değeri ve formu büyük ölçüde aynı kaldığından, sanki anlamı da değişmemiş gibi düşünülür. Buysa aldatıcı bir sabitlik yanılsaması, bir kavramsal
Sayfa 40 - *Hem arkhitekton ve architectura’nın hem de (öncekinden de fazla olarak) mi’mar ve mi’mari’nin anlamsal değişim tarihi yeterince incelenmiş değildir. Ancak kesin olan, her ikisinin de “işi yapan”dan “iş”e doğru bir linguistik oluşum sürecinden geçmiş oluş
Sorun şu ki, tarihyazımsal titizlikle konuşmaya kalkışan biri için, ne insanın doğası diye bir şey, ne de onda tanımlı ve onbin yılı aşkın bir süredeki sayısız üretimleri vareden bir “mimari içgüdü” var. İnsanın doğası da, içgüdü diye nitelenen temel insani işlevleri de tarihsel nitelikteler ve sürekli değişip dönüşüyorlar. O yüzden, örneğin
Sayfa 41
…muhafazakar Osmanlı yazarı Şemdanizade, Lale Devri’nin ünlü veziri Damat İbrahim Paşa’yı yaklaşık şöyle eleştiriyor: Bu vezir, halkı başarısız yönetiminin ve İran savaşı bozgunlarının farkına varmasın diye aldatmak amacıyla mesireler, eğlenceler ve alanlar icat etti; bu yolla halkın ahlakını bozdu. Yazarın aklına belli ki, İstanbulluların vezir-i azamdan bağımsız olarak kamusal mekanda görünmek ve eğlenmek isteyebilecekleri gelmiyor. Yönetimi, kamusal mekanın tek denetleyicisi ve ahlakın koruyucusu, aynı zaman da bozucusu olarak görüyor. İstanbullular ona göre bu aldatmaya kolayca kapılabilen edilgen eksik akıllılardan ibaret… Ama son örneği değil. 1970’lerde sokağa çıkanların kışkırtılmışlar olduğunu, 2013’te Taksim’de, Gezi’de hükümeti protesto edenlerin dış ve iç mihraklar tarafından aldatılmış olduklarını söyleyen iktidar dilinden pek az farklı.
Sayfa 302
Yerinden olmuşluk ve / veya yurtsuzluk kişiyi, kendisini, ait olduğu yerde hissederek sorunsuzca yaşama özgüveninden yoksun bırakır. Nereye ait olduğunu kuşkulu ve / veya ikircikli kılarak kendisini ve ortamını gözlemlemek, kendi kendisi hakkında düşünmek zorunda bırakır onu. Bu hal çevreyi, toplumsallığı ve kendisini düpedüz kendisine yabancılaştıracaktır. Tam da ait oldukları yerde – endemik bir bitkiymişçesine – varlık kazanıp yaşadıklarına inananların, kendi varoluşlarını tartışma gereği de olmaz. Ne kendilerini, ne de içinde konumlandıkları toplumsallığı ve fizikselliği sorunlaştırırlar. O zaman her şeyin olması gerektiği gibi olduğuna inanarak kayıtsızca, derin bir huzur içinde yaşama şansları (tabii aslında şanssızlıkları) olur. Ne var ki, artık insanı insan kılan belki tek parametre onlara uygulanamaz: Tüm canlı varlıklar içinde kendisi üzerinde düşünebilen tek tür olma imkanlarını yitirirler. O zaman roman, şiir yazamazlar; kent ve mimarlık üzerine dertler üretemezler; sanat yapıtları varedemezler. Kuşkusuz, bunların tümünü de yaptıkları illüzyonunu üretebilirler. Yaratıcılığın ve düşünselliğin yolunu ancak yabancılaşma açabilir. Mutlaka açar değil, açabilir.
Sayfa 351
Reklam
Mimarlık (ve genelde tüm kültürel üretimler ve pratikler) asla evrensel değildirler, her varedildikleri durumda tikeldirler. Başka bir biçimde varolma şansları yoktur. Her özgül durum için, her zaman ve öznelerin her farklı konumunda mimarlık yeniden tarif edilir. Hiçbir özgül durum bir daha yinelenemez.
Sayfa 277
Her malzemenin kendi “doğasına uygun” biçimde kullanılması zorunluluğundan söz etmek de bunun bir uzanımından başka bir şey değil. Bu biçimde düşünenler için mimarlık, Wright’ın değişiyle, “in the nature of materials / malzemenin doğasındadır”. Louis Kahn da ondan elli yılı aşkın süre sonra, her malzeme ve tekniğin nasıl bir mimarlık istediğini kendisinin dikte ettiğini iddia ederek benzer bir determinizme işaret eder. Kendi metaforik diliyle savını, örneğin tuğla özelinde, şöyle açıklar: “Tuğlaya ‘Ne istiyorsun, tuğla’ diye sorarsınız. Ve tuğla size ‘Kemeri severim’ der. Ve siz tuğlaya ‘Bak, ben de severim, ama kemerler pahalı ve ben beton bir kiriş kullanabilirim’ dersiniz. Ve sonra ‘bunun hakkında ne düşünüyorsun, tuğla’ dersiniz. Tuğla ‘ben kemeri seviyorum’ der.” Bu çocuksu vecizevari dilin 1970’lerde sevildiğini ve bugün bile eleştirel bir tartışmaya konu edilmediğini belirtebilirim.
Sayfa 166
Doğu-Batı dikotomisinin birinci parçası ikinciden öğreniyorsa sorun doğar. Doğu tercihen Doğu’dan öğrenebilir. Örnek olarak, hiçbir çağdaş Türk tarihçi Şii-Sünni çatışmasının yıkıcı olduğu 16. ve 17.yüzyıllarda bile çok canlı olan İran-Osmanlı kültürel ilişkilerini sorunsallaştırmaz. 18.yüzyıl biterken yeni bir ivme kazandığı anlaşılan Mısır-İstanbul ilişkileri de sorunsallaştırılmaz. Sözgelimi, o sırada Sadullah Ağa’nın “Raks eyleyecek naz ile ol afet-i Mısri” dizeleriyle şarkılaştırıldığı durum sayesinde, bugün artık “Türk göbek dansı” diye bir “ulusal” pratik bile var. Oysa göbek dansı geç 18 –erken 19.yüyılda Kahire’den İstanbul’a taşınmış, tam da “yabancı” bir kültürel pratik.
Sayfa 237
...19-20.yüzyıl dönümünden başlayarak Nazi iktidarının sonlanışına kadarki Almanya örneği bile yeterince çarpıcıdır. Sözgelimi, Paul Mebes’in Um 1800’ü tipik bir popüler örnektir. Döneminde bir bestseller olmuştu. Kısa metinler ve yüzlerce eski kent, yapı ve ayrıntı fotoğrafı aracılığıyla Mebes fiziksel çevrenin bir zamanlar ne kadar güzel,
Sayfa 29
Buradaki durum özelinde Avrupa ile kurulan kültürel bağlar radikal ve yabancılaştırıcı bir başkalaşım şeklinde değerlendirilirken, diğerleri “kültürel ilişki” şeklinde etiketlenir ve olağanlaştırılır. Radikal sayılan o başkalaşımı Batılılaşma teriminin çerçevesinde düşünmekse hiç yadırganmaz. Yani, “ben” ve onun ayna imgesi gibi düşlenmiş “öteki”den oluşan ikili bir ideolojik konstrüksiyon inşa edilmiştir. Üstelik, bu ideolojik kurguda “ben” kendi (ideolojik iddiaya göre) “çarpık” iradesiyle veya zorlamayla kendisi olmaktan çıkıp kendi muhayyel ayna imgesine dönüşmek, Batılılaşmak ister. Bu süreçte gönüllülük ve zorlama kutupları da siyasal meşrebe göre gündeme getirilir. Kimileri kaçınılmaz bir kader olarak, kimileriyse aldanmışlık, aymazlık sonucu ortaya çıkan bir yönelim olarak irdeler Batılılaşmayı. Ancak iki kutup birbirinden sanıldığı kadar farklı görünmez…
Sayfa 236
Resim