Eskimiş, çürümüş gelenekler ve güya ahlaki değerler adına insanları darağacına çıkaran taşra kentsoyluluğu, bırakın bu zavallı insanlara karşı acıma duygusu gibi bir ahlaki değer taşımayı, çocukların ve haddini bilmezlerin delilere oynadıkları şeytanca oyunlarla sevince boğuluyordu.
O eski ülkede güneş meyvelerle haykırır, toprak bitip tükenmeyen bitki örtüsüyle nefes alırdı; ırmaklar çağıldar, şafaklar alabildiğine söker ve günbatımları alevden kollarıyla inerdi; ağzına kadar taze sütle dolu gümüş bir tas yükselip maviliklerde yüzer, geceler yıldızların sesiyle çınlar, ağaçlar gökyüzüne doğru süzülür ve bütün çiçekler titreşip fısıldardı.
Şimdi, yorgun başımı gökyüzünün o mavi mermerinde dinlendirmek, ağaçlar, nehirler ve yıldızlardan taşan o şarkıyı dinlemek isterdim.
Baba, sen beni ölümün sıcacık kollarıyla kucaklıyorsun, rüzgar şarkı söylüyor.
Ben bu şarkıyı, seni özlemle, özlemle, özlemle hayal ettiğim günlerde yüreğimin ta derinlerinde duydum.
Ben bu dünyada üşüyorum koca çocuk! Her üşüdüğümde senin şarkılarına sarınıyorum, işte o zaman güneş, senin şarkılar söylediğin güneş, soğuk ruhuma damla damla süzülüyor.
Bazı delilerin ailesi ya da akrabaları vardı. Onlar hastalarını sokağa bırakmaz, evde tutar ve ona "ihtimam" gösterirlerdi. Bu ihtimam gösterme işi nasıl mı olurdu?
Zavallıyı bağlayıp evin odunluğuna kapatır, güçlü ve merhametsiz bir adam tutup sopayla dövdürürlerdi.
Kendileri çok "akıllı"ydı ya, "Aklı başına başka biçimde gelmez." derlerdi.
Eskimiş, çürümüş gelenekler ve güya ahlaki değerler adına insanları darağacına çıkaran taşra kentsoyluluğu, bırakın bu zavallı insanlara karşı acıma duygusu gibi bir ahlaki değer taşımayı, çocukların ve haddini bilmezlerin delilere oynadıkları şeytanca oyunlarla sevince boğuluyordu.