Zamanın Farkında

Şule Gürbüz
"..herkes kendi nasılsa o halin benzerini affediyor, anlıyor, şöyle kaldırıp yüksekçe bir yere yerleştiriyordu."
Sayfa 120 - İletişimKitabı okuyor
Hani bazı hayır sahipleri kimliklerini saklar, bazısı saklanmasını istediğini iyice yayar ya; "Aslan Bey, bu hayrının gizli kalmasını istiyor, lütfen bu sadakaları gizli veren hayırlı elin sahibini afişe ederek incitmeyelim. Aslan Bey'in hayrının, Aslan Bey'e ait olduğunu söylemeyelim, ecri, nezaketi, alacağı hayranlık, ahirette elinde tutacağı sersemletmeyen içeceğin miktarı ve yaşit turunç göğüslü kara gözlü dilberlerin sayısı artsın. Lütfen ama." Ben, hayrımı değil ama hayırsızlığımı neden saklayamıyorum? O hayır sahibi, ben şer sahibi miyim; asıl saklanması gereken şer değil midir, gece gibi örtülmesi gereken: İşte, örtüyü gece gibi üstüme örtüyorum. Açmayın ki sizinkiler de gizli kalsın.
Reklam
Yalan, hayatımı ve kendimi mi beğenmemektir, başkalarını ve onlarınkini mi beğenmektir, yoksa başkalarınınkini sadece kendimde mi beğenmektir? Beğenmeye neden bu kadar mecburum, beğenmiyorum da beğendirmeye mecbur hissediyorum? Bunu biliyorum da beğenenleri de beğenmediğim halde acaba bunu neden yapıyorum?
Bir yan­dan sevinmek gerekir ki insan dışarıdan bakınca görülmü­yor.
Bu her hal­ta atlayan, her söze, her yaldıza inanan ama maalesef kaçı­nılmaz olarak kendileri saydamcasma bomboş olanlar, böyle ne versen yiyenler, yediklerinin en güzel, en samimi, en za­rif... şey olduğundan bahsederlerdi. Ama zaten hevesli, me­raklı, ilgili ... hep böyle değil midir? Sanat bile hemen hiçbir şeyi kendi kendine düşünemeyen, halledemeyen, tartama­yan kimselere yönelik değil midir? Elbet bunları hedef alır. Düşünen, yaşarken anlayarak geçen kimse, sanatı ister iste­mez aptalca, kendisinin de aptal yerine konulduğu bir dü­şüklük olarak görür. Sanatçının hedefi de zaten onlar değildir.
Öyleydi de neden sadece oradaydı, gerçek bu kadar az görülür, yaşanır bir şey mi, bilmiyorum. Bazen sezdiğim; zaten insanın gerçeğe hayatta pek seyrek, pek uçucu hallerde ancak tesadüf edebilmesi ve bu halin de görüldüğünü an­lar anlamaz kayboluvermesi.
Reklam
Yeni yetişen neslin rahatlığı, özgüveni, utanmaz arlan­maz, sıkılmaz -doğru, sıkmak varken niye sıkılsın- kaldı­rım kargası gibi her şeye üşüşmesi, hiçbir şeyin sahibini ara­maması, en basit şeyi en yüksekle kıyaslaması, bunu yapıp da ayıplanmaması pek tuhafıma gidiyor, midemi bulandırıyordu.
Hani insan kendine, ailesine en uzak yaşayışa imrenir, onun için her şeyi yapar, kendine en uzak insana meyleder, her kılığa girer ama olmaz. Olmayışına dair binbir anı ile es­ki yaşantısına döner. Eski yaşantının sakinleri bunu burnu sürtülme, işin aslını sezme, nihayet yola gelme, kan çekme­si vs. her tür yanlış anlama ile anlar adlandırır, tanımlar, ta­nımayana tanıtır, sündürürler. İnsan da dönüp bir şey diyemez. Çünkü bin başka halden, bin başka olma umudundan bir tanesinin gerçekleşmemesi hali ile bir ölü olarak döndü­ğü yerde ona diri muamelesi yapılmasını bile anlayamaz. As­lında başkalarına bunca seyahatten, bu her şeye razı ama eli boş dönüşünün hakaret olduğunu bilir ama toprak sahipleri bunu mesele yapmaz: "Döndün, sonunda kıymetimizi anla­dın, yolu buldun ya," derler. Bunun gibi işte insan yine kar­nını doyurur, ama tat yoktur, güler gibi yapar, neşe yoktur, var gibi yapar, yoktur, herkese haklılarmış gibi yapar çünkü güler, yer ve vardır. Nasıl ki bunlar yoktur, haklılık da zaten hiç yoktur. Bir şair demiş gerçi "Eve dönmek kendine sar­kıntılık etmekten başka nedir ki?" diye.
Böyle adamların yanın­ da hep derin nefesler alırdım; derin derin, çıkınca biliyorum ki kendi yanık kokumla baş başayım. Bu rahatlık nerden ge­liyor, nerden alınıyor, çok pahalı mı... diye elbet çok düşün­düm. Herhalde kendilerine yabancı olmayan bir yerde, kü­çük düşme, yadırganma, yanlış ve eksik anlamalarla dolu ol­madığı, kolay kabul görür bir halde oluşlarındandır diyebili­yorum. İnsan ailesinin yanında havalı değildir ama rahattır. Demek ki mesele havalı olmadan da yaşayabilmeyi, olduğun gibi, pek de matah olmadığını bilenlerle bir arada olabilme­yi içine sindirebilmekte. Bu tip bir rahatlık, evet bu bir ra­hatlıksa insana ait değil gibi geliyor bana. Ben de senin ka­dar ışıksızım, bilgisizim, vasatiyim ... diyebilmek, bu hali ser­gileyebilmek bana en zoru geliyor. İşin tuhafı öyle de deği­lim, sadece olamamışım, olamıyorum da, ama onlardan da, hamurlarından da değilim.
Alaca karpuz dilimi el­bisesini öyle şık buluşu var ki, eminliğin bu kadarı huzursuz beş yüz kişiyi tedavi eder.
Reklam
Birisi içtenlikle sala okusa, aşır okusa din don bil­meyip, geleneksel müzik yapanın, biri ağlasa fotoğrafçının, biri çıplak ve perişan kalsa görüntü yönetmeninin ağına dü­şüyor. Dünya olacak göbeği aklının önünde giden kocamış da bütün bunları zenginliği zannediyor. Bir şeyden haberi yok, bir uğultudur tutturmuş, zırıl zırıl dönüyor, yaşından başından, dağlarından, denizlerinden, buzlarından utanmı­yor.
Ben de bu yeni mi, çok eski mi, be­nim mi, kimin bilmediğim çevremde, hala şu halimle, ken­dim diye bir şeye sahip çıkmaya çalışıyorum
Aklımda diye­mem ama her neremdeyse bir ağaç ve bir sallantı imgesi he­men hep o bulanıklığıyla tuhaf yerlerimde ikamet ediyor.
Biz talip değiliz, talih arıyoruz sadece, biz dediğim ben ve bana benzemeyen­ler. Çünkü ben kendime benzemeyen bir ömür sürdüm. Bu ömür aslında bana, benim olamayışıma benzedi. Benim öm­rüme benzese benim kabusum herhalde, terletirdi, suskun­laştırırdı, düşündürürdü, ağır ağır elimden kaçıp da kabusu­ma dönmeyeyim diye bana çok ağır hareket ettirirdi.
Solmak, kendiliğinden so­luvermek bazen ne güzel, koklanmaktansa unutulmak ne güzel, belki de hiç bilinmemek ne güzel, acaba hazine deni­len bu mu, olup da, hüküm sürüp de, bilinememek mi?
Resim