Benzer bir biçimde din de gerek Kur’an-ı Kerim’de birçok kere vurgulandığı üzere “Siz bilmezsiniz Allah bilir.” ayetinde gerek Peygamberin “Ya Rabbi sen bana eşyanın hakikatini göster.’ ’duasında, gerekse sufilerin “Adını Koyma’, “Kendi nefsinden gayrı hiçbir varlığı yargılama” vb. yaklaşımlarında karşılığını bulduğu şekliyle insanı, sürekli bir biçimde, kendi hakikat ve vaı lığı üzerine soruşturma ve bir bütün olarak ilim ve mülkün yalnızca Allah’ a ait olduğu bilinci içerisinde olmaya davet etmiştir.
İlim ve mülkün Allah’ a ait olduğu fikri, insana gerek varlık ve hakikat üzerindeki hâkimiyet iddiasından, gerekse kendi varlığını sevk ve idarede olduğu kadar, başkalarıyla kurduğu etik ilişkide de bir nefis muhasebesi içerisinde olarak kendi narsistik iddialarından vazgeçmesine yol açan bir etik pozisyon alması sağlayacaktır.
Çoğunlukla bir varlık ve hakikat rölativizmiyle ilişkilendirilmek suretiyle eleştirilen söz konusu mutlak hakikat ve bilgi iddiasından vazgeçme fikri, kanaatimizce gerçek anlamda etik ilişkinin imkânı olduğu gibi başkaları üzerinde gerçekleştirilmesi mümkün hâkimiyet ve şiddetten de alıkoyan yegâne imkân olmak durumundadır.
Çoğunlukla insanların iyi niyet ve samimiyet kisvesi altında eylemlerini gerçekleştirdikleri ifade ediledurur.Oysa adalet ve hakkaniyet iyi niyet ve samimiyet ile değil, sahih bir tefekkür içerisinde kendi aleyhimize dahi olsa olması gerekene tabi olmakla alakalı bir mahiyete sahiptir.