Aare kıyısında gece vakti hava almaya çıkan biri iki dünyanın kanıtını tek yerde görecektir: işte, bir sandalcı, karanlıkta konumunu akıntıda sürüklenen saniyeleri sayarak saptıyor. “Bir, üç metre… İki, altı metre… Üç, dokuz metre…” Sesi karanlığı kesin ve net hecelerle bölüyor. Nydegg Köprüsü’ndeki sokak lambalarından birinin altında birbirlerini bir yıldır görmemiş iki kardeş kafa çekip gülüşüyor. Aziz Vincent Katedrali’nin çanı on defa çalıyor. Saniyeler içinde, Öklid geometrisinin çıkarımları misali kusursuz makineleşmiş bir yanıt geliyor: Schifflaube boyunca sıralanmış evlerin ışıkları art arda sönüyor. Nehir kıyısına uzanmış ve zamandan mahrum uykularından uzaklardaki kilisenin çanıyla uyanan iki âşık kafalarını kaldırıp tembelce bakınıyor, gecenin inmişliğine şaşıyor.
İki zamanın karşılaştığı yer, umutsuzluk… İki zamanın ayrıldığı yer, hoşnutluk… Mucize kavlinden, bir avukat, bir hemşire, bir fırıncı her iki zamanda da bir dünya yaratabilir ama ikisinde birden yaratamaz çünkü… İki zaman da gerçek ama gerçekleri aynı değil.
Mesela tam şu anda böyle biri Kramgasse 19 numaradaki kemerin gölgesine büzülmüş, duruyor. Gelecekten gelme bir gezgin için tuhaf bir yer ama işte… Yayalar yanından geçerken bir anlığına bakıp yollarına devam ediyorlar. Gelecekten gelen kadın sindiği köşeden hızla seğirterek sokağın karşısına geçiyor ve 22 numaranın önünde bir başka karanlık noktaya sığınıyor. Tıpkı bu öğleden sonra, 16 Nisan 1905’de Spitalgasse’deki eczaneye yürüyen Peter Klausen gibi, toz kaldırmaktan korkuyor. Klausen biraz züppe; giysilerinin kirlenmesinden nefret ediyor. Giysilerine azıcık toz bulaşsa hemen duran, bekleyen randevusuna aldırmadan kılı kırk yararak üstünü silkeleyen bir adam. Bugün gecikirse haftalardır bacak ağrılarından şikâyet eden karısına merhem alamayacak. Ki bu durumda morali bozulacak karısının Cenevre Gölü seyahatine çıkmamaya karar vermesi ihtimal dâhilinde.
Gerberngasse’de bir hastanede, bir kadın eşine veda ediyor. Adam yattığı yataktan karısına boş gözlerle bakıyor. Gırtlağındaki kanser son iki ay içerisinde ciğerlerine, pankreasına ve beynine sıçramış. Odanın köşesindeki tek sandalyenin üzerinde oturan iki küçük çocuğu babalarına, sarkmış yanaklarına, yaşlılara has kurumuş derisine bakmaya korkuyor. Kadın yatağa yaklaşıyor ve kocasının alnını usulca öpüp fısıldayarak veda ederek çocuklarla beraber alelacele çıkıyor. Zamanın yeniden başlayacağını, yeniden doğacağını, yine meslek okuluna gideceğini, Zürih’te resim sergisi açacağını, kocasıyla Fribourg’daki kütüphanede yine tanışacağını, birlikte sıcak bir Temmuz günü Thun Gölü’nde yine yelken açacaklarını, yine doğum yapacağını, kocasının yine sekiz yıl boyunca bir ilaç firmasında çalışacağını ve yine bir akşam boğazında bir yumruyla eve geleceğini, yine kusmaya başlayıp zayıf düşerek sonunun bu hastanede, bu odada, bu yatakta, bu anda geleceğini bilmiyor. Nasıl bilsin?
Bir de bedenlerinin var olmadığını düşünenler var. Bunlar mekanik zamana göre yaşıyorlar. Sabah yedide kalkıyor, öğlen yemeklerini on ikide, akşam yemeklerini altıda yiyorlar. Randevularına vaktinde, tam saatinde gidiyorlar. Geceleri sekiz ile on saatleri arasında sevişiyor, haftada kırk saat çalışıyor, Pazar gazetelerini Pazar günü okuyor, Salı geceleri satranç oynuyor, mideleri guruldadığında yemek vakti geldi mi diye saatlerine bakıyorlar. Bir konserde müziğe kapılmaya başladıkları anda hemen eve dönme vaktinin gelip gelmediğini kontrol amacıyla bakışlarını sahnenin üzerinde asılı saate çeviriveriyorlar. Bedenin yabansı büyüye haiz bir şey değil, bir kimyasallar, dokular ve sinir atımları toplamı olduğunu biliyorlar. Böyleleri için düşünceler beyindeki elektriksel çakmalardan, cinsel arzu kimyasalların belli bir takım sinir uçlarına hücumundan, hüzünse beyincikte yoğunlaşan az miktarda asitten ibaret. Bu yüzden bedenlerine fizik diliyle hitap ediyorlar. Böylelerine göre beden konuşursa, sadece onca kaldıraç ve kuvvetin diliyle konuşuyordur. Bu insanlara göre beden itaat edilecek değil, buyrulacak bir şey.
İnsanların hareketleri öngörülememekle birlikte zamanınki öngörülebildiğinden, insanlardan kuşkulanılabilirken zamandan kuşku duyulamayacağından, insanlar arpacı kumruları misali kapkara düşünürken zaman ardına hiç bakmadan ilerlediğinden, zamanın mutlak olduğu bu dünya, bir teselli dünyası. Kahvelerde, hükümet binalarında, Cenevre Gölü’ndeki kayıklarda insanlar saatlerine bakıyor ve zamana sığınıyor. Herkes doğduğu, ilk adımını attığı, ilk aşık olduğu, ebeveynine ilk defa veda ettiği anın bir yerlerde kayıtlı olduğunu biliyor.