Survive fiili İngilizcede hayatta kalmak, yaşamı sürdürmek anlamında bir kelimedir. Milyonlarca izleyicisi olan Survivor yarışmalarında, bir ada yaşamı içerisinde açlık, hastalık ve doğal olaylar karşısında ölüm kalım mücadelesi veren insanlar, bu tehlike ve zorluklardan keyif almakta, programın elli ülkede yayınlanıyor olmasına bakılırsa da, onları izleyenlerde farklı bir mutluluk hissetmektedir. Survivor'daki katılımcılardan herhangi biri, bir yarışma ortamı olmaksızın ve yaşadıklarının ne zaman sona ereceğini bilmeksizin o adada aynı durumları yaşıyor olsaydı, yine de mutlu bir şekilde yaşamına devam mı ederdi, yoksa daha ilk günden psikolojik bir çöküntü mü yaşardı? Evet, planlanmış keder ve niyetlenilmiş musibet insanın mutsuzluk değil, mutluluk getirmektedir. Sonsuzluk yolcusu insanın bitimsiz serüveninde, bu kısacık dünya hayatı, tamamını musibetlerle geçse bile, bir Survivor adasından başka nedir?
Mezarlıklarda dolaşan insan, başkalarına kendini beğendirmeye uğraşmanın lüzumsuzluğunu, bazı şeylere üzülmenin veya sevinmenin anlamsızlığını önemsediği bir çok meselenin aslında beş para etmeyen işler olduğunu idrak eder. Dünyanın aldatıcılığını yüreğinde hisseder; işte bu yer, benim gerçek ikametgahım, eninde sonunda varacağım kara topraklı kabrim diye düşünür. Mezarlıklardakilerin halini düşündükçe, dünya oyuncağıyla kendini aldatmış olduğuna kanaat getirir.
Ama insan meğer aldanmışım derken bile kendini aldatmaktadır. Bir gün bende toprak olacağım dediğinde bile toprak olacak kişi imgesine kendisini yerleştiremez. Kendi yerine ona bir çok yönden benzeyen ama kısmen benzemeyen birini bulup toprağa hayalen gömer. Bazen o yalancı imgenin boy uzunluğundaki küçük bir fark, bazen saç rengindeki bir değişiklik bazen de duruşundaki bir başkalık oluşturarak, kendisine ait hissettiği o cenazeyi, tefekküründe, küçük detaylardaki rötuşlar sayesinde bir başkasına çevirir. Dışarıdan kendi ölümünden bahsediyor gibi görünse de esasında hep başkasının ölümünü anlatmaktadır. Dublör kullanmaktadır yani kendi ölümünü düşünürken. İçten içe hep başkalarına yakıştırır ölümünü. Çünkü gazetelerde okuduğu hep başkalarının ölümüdür. Çünkü romanlarda hep başkalarının ölümü vardır. Filmlerde hep başkalarının ölümlerini anlatmıştır. Şiirlerdeki ölüm, hep bir başkasınındır. Kısaca başkalarının ölümüne alışmıştır zihni.
Saadetle felaket birbirinden uzak kavramlar değildir. Saadetin oluşması için binlerce faktörün yan yana gelmesi icap ediyorken, bu saadetin darmadağın olması için çoğunlukla tek bir olay yeterlidir. Telefon çalar bir haber alınır, yıllardır çok güzel giden hayat tek bir cümleyle en istenmeyen bir duruma gelebilir. Enstrümandan yalnızca bir tel kopar ve bütün müzik bozulur. Saadet, felaketten daima bir nefes uzaklıktadır. Piyanonun seksen sekiz tuşu vardır. Bir eseri mükemmel çalmak için hepsinin var olması yeterli değildir; piyanisttin de belli bir yetenekte olması gibi pek çok koşulun bir araya gelmesi icap eder: ancak eserin berbat olması için tuşların bir tanesinin olmaması tek başına yeter. Keder ve mutluluğun çarpıcı yakınlığını Tolstoy şöyle örneklendirir: ''İnsan güllerle kaplı bir yatakta sırf bir gül yaprağı batıyor diye kaldırımda yatan çaresiz biri kadar açı çekebilir. Yaralı ve çıplak ayaklarla yürümek zorunda olan bir yoksul, ayağına dar gelen balo ayakkabılarından muzdarip bir zenginle aynı acıyı çekebilir''
Elde etmek uğruna elinden geleni yaptığı her şeyin insana yararlı olacağının garantisi yoktur. İlla deyip arkasına düşülen konuların bazıları insanı dünyada felakete, ahiretteyse cehenneme sürükleyecek niteliktedir. İnsan beklentilerin peşinden ısrarla koşar, onları elde etmek için çabalar durur; gün gelir bu ısrarların neticesinde Canab-ı Hakk onları insan nasip eder, ancak o şeyler bu kez başına bela olur. Bazı insanların ısrarla var olmalarını diledikleri halde sonradan, doğurmaz olaydım dedikleri çocukları, rastlamaz olaydım dedikleri eşleri yok, başlamaz olaydım dedikleri işleri yok mudur? Zafer tuğlalarıyla yenilgi binası yapanların durumu ne hazindir!