‟Tek duyduğum sizin sesiniz, soluduğum havada yalnızca sizin nefesiniz var, tek hissettiğim sizin yanı başınızda olmanın verdiği duygu. Sizi çılgınca sevdiğimin farkında mısınız?
‟Tek duyduğum sizin sesiniz, soluduğum havada yalnızca sizin nefesiniz var, tek hissettiğim sizin yanı başınızda olmanın verdiği duygu. Sizi çılgınca sevdiğimin farkında mısınız?
(...) — Saçma bütün bunlar –diye söylendi. Umutlanmıştı.– Telaşlanacak, öfkelenecek bir şey yok ortada. Basit bir bedensel rahatsızlık! Bir bardak bira ve birkaç parça peksimetle kendine geliveriyor insan! Düşüncelerini toparlıyor, kararsızlığı yok olup gidiyor! Tüh! Bir şey...
Nitekim, hayatta felaketlerle gelen bir dönüm noktası; bildiğimiz dünyanın yok olduğu bir an olmalıdır. İki kalp atışı arasında bizi farklı birine dönüştüren bir an. Sevgilinin başka birinden hoşlandığını itiraf edip ayrılmak istediği an. Ya da annemizi, babamızı, en yakın dostumuzu toprağa verdiğimiz an. Veya doktorun kötü huylu beyin tümörümüz olduğunu söylediği an...