“Sana geliyorum.
Yolum uzun, ayakkabılarımın içinde
tomurcuklar; her toprağa bastığımda yabani
çiçeklere dönüşüyorum.
Yüreğimde asfalt sıcağı bir sıcak.
Dilimde paslanmış şiirler, boğazım kuru; bir
vaha bulmak için çırpınıyorum.”
Kitap şu cümle ile bitiyordu:
“Gözyaşların, yanaklarından gamzelerini teğet
geçerek dudaklarındaki rujdan birer parça alıp
aktığı an ben ölmüştüm zaten.”
“Yol yorgunuyum, bana dokunma. Bu şehrin çocuğu da değilim, hangi sokak nereye çıkar bilemem. Şehrin kaldırımı da yok. Yüzlerce insan, mini eteklileri kovalayan adamlar sabah uyandığında her şeyi unutacaklar. Benimse heybemde kocaman hayal kırıklıkları; oysa gelene kadar dökülür sanmıştım. Ne azaldı, ne delindi heybem; seni her yerde taşımak zorunda mıyım? Sana dair her şey tenime işlenmişken sen meğer hep hoşçakalmışsın, ben hep başıboş; olsun.”
“Ben hep seni izlerdim.
Kirpiklerimin ardından, dalıp giderdim.
Kelebekler uçardı baharımsı saçlarında, beline kadar uzanırdı salıncaklar; korkardım.
Yanındayken özlerdim seni, uzağımdayken gözlerimin önünden geçen çiçek desenli elbiselerinden koklardım.
Hiç farketmedin beni.
Kaç kere farketmeyişliğinden öptüm seni; sırtın hep bana dönüktü.
Ve bir gün kirpiklerimin ardından gittin.
Onca mevsim geçti, onca şarkı değişti repertuvarımda; sen hiç birini dinlemedin…”
“Hapis içinde bir hapisim.
Koğuşumda yıpranmış bir memleket kokusu,
ranzam demir, manzaram yirmili yaşlarım;
baktıkça tükenir. Gökyüzüm fotoğrafın, otuz üç
metrekaredir adımlarım; hayalin her seferinde
görüşüme gelir. Gözlerin müebbet, kirpiklerin
darağacı; köprücük kemiklerinde boğulmuşum.
Bir gün olur da gelirsen eğer pazar
tezgahlarında satılan ilkbaharlardan almayı unutma.”