Onda sadece erkekler başlarını kaybetmediler. Giyotinin öldürüp unuttuğu kadınlar da oldu, zira onlar Kraliçe Marie Antoinette kadar önemli değildiler. İşte üç örnek:
Olympe de Gouges’un kafası, kadınların da vatandaş olduklarına inanmayı sürdürmesin diye 1793’te Fransız Devrimi tarafından uçuruldu;
Marie-Louise Giraud, Fransız ailesine karşı suç teşkil eden davranışlarda bulunmaktan, yani kürtaj yapmaktan ötürü, 1943’te Paris’te idam sehpasına yürüdü;
O sırada giyotin Münih’te bir kız öğrencinin Sophie Scholl’un kafasını, savaş ve Hitler karşıtı el ilanı dağıttığı için kesiyordu:
-Ne üzücü, demişti Sophie. Böylesine güzel bir gün, böyle bir güneş ve ben gitmek zorundayım.
...Cinayet için cinayet işlemek, suçun kendisi ile kıyaslanmayacak ölçüde çok daha büyük bir ceza.
Ölum cezasında kesin bir şekilde kurtulma umudun elinden alınıyor ..
Bir defasında çarkın dişlisinin durduğunu, bu karşı konulmaz gidişte bir kez, yalnızca bir kez, rastlantının, şansın bir şeyleri değiştirmiş olduğunu öğrenebilirdim.Bir kez! Bu bana yeterdi sanırım.Gerisini kalbim hallederdi.
Bir yasa çıkarılıp şüphelilerin özgürlükleri ya da yaşamları ellerinden alınabiliyor, suçlu ve kötü insanların yanında iyi ve masum insanlarda yanabiliyor, at izi, it izine karışıyordu; hapishaneler, hiçbir suç işlememiş ve kendilerini savunma hakkına sahip olamamış insanlarla dolup taşıyordu; tüm bunlar, olan ve alışa geldik nizam haline gelmişti ve yasalar çıkalı daha iki hafta olmamış olmasına rağmen, yüzyıllardır her şey bu şekilde işliyormuş gibi geliyordu. Üstüne üstlük, dünya kurulalı beri varmışçasına herkesin aşina olduğu iğrenç bir şey peyda olmuştu: Giyotin denen o fettan dilber.
Acaba onlar kendilerini, sadece düşünseler bile, aşağı düşen o ağır ve keskin bıçağın doğradığı, sinirleri kestiği ve omuru parçaladığı anda orada olan insanın yerine koymuşlar mıdır hiç?