m

Mimarlık Felsefe

1 member · 7 new post
"Gökdelenin dibinde durmuş insan görmeyi severim," dedi. "Karıncadan büyük gözükmez ... böyle demiyorlar mı safsatacılar? Koca budalalar! Oysa onu yapan da insan. O koskoca, inanılmaz taş ve çelik kütleyi... Gökdelen insanı cüceleştirmez, yapıdan daha büyük hale getirir. İnsanın gerçek boyutlarını gösterir dünyaya. Bizim bu binalarda sevdiğimiz şey, o yaratıcılık, insandaki o kahramanlık, Dominique."
"Bina kendi güzelliğini kendi yaratır, süsleri de tema ve yapısında yatar," demişti Cameron. Yeni mimarlar ise, "Binanın güzelliğe, süse ve temaya ihtiyacı yoktur," diyorlardı. Bunu söylemekte bir tehlike yoktu. Nasılsa Cameron ve daha birkaç kişi bu yolu açmış, hayatlarını vererek düzleştirmişlerdi. Şimdi pek çok sayıda adam, bir zamanlar Parthenon'u kopya ederek güvenlik sağlayan insanlar, o yolda yatan tehlikeyi görünce kendilerine başka bir güvenli yol bulmuşlardı. Cameron'un açtığı patikadan gitmek ve o yolla yeni bir Parthenon'a varmak. Daha kolay bir Parthenon'a. Koli kutusu biçiminde, beton ve camdan oluşmuş bir Parthenon'a.
Reklam
Burası farklı bir dünyaydı. Onların kendi dünyalarıydı. Çevrelerinde tepeler gökyüzüne doğru yükseliyor, sanki onları koruyan bir duvar oluşturuyordu. Bir korumaları daha vardı ... Aralarında dolaşıp duran mimar. Karlara tırmanan, otlu bayırlardan inen, kayalara sıçrayan, yığılı kalaslara çıkan, çizim masalarına koşan, vinçleri çalıştıran, yükselen duvarların tepesinde gezinen mimar. Bütün bunları mümkün kılan adam. Etkiyi yaratan aslında onun düşüncelerinin içeriği değil, alınan sonuçlar değil, Monadnock Vadisi'ni yaratan vizyon değil, hatta onu gerçekleştiren irade de değildi. Etkiyi yaratan, onun düşüncelerinin metodu, işlevinin kurallarıydı. Tepelerin ötesindeki dünyada işlerlikte olan metodlarla kurallar gibi değildi onunki. İşte bu tepelerde nöbet bekleyen, içerdeki savaşçıları koruyan da asıl bu kavramdı.
Ellsworth Toohey, modern Mimari'ye destek çıkmıştı. Geçen on yıl içinde, yeni evlerin çoğu hep tarihsel binaların kopyası olarak yapılıp dururken, Henry Cameron'un ilkeleri de, ticari binalarda, iş hanlarında, fabrikalarda, gökdelenlerde değerlenmişti. Solgun, çarpık bir zaferdi bu aslında. İsteksiz bir ödündü. Sütunlarla alınlıkları çıkarıp atmaya, birkaç duvarın boş kalmasına izin vermeye, biçim için özür diler gibi bir tavırla (rastlantı sonucu güzel), olayı basitleştirilmiş Grek Volütleriyle bitirmeye razı olmaktı. Cameron'un Formları'nı çok kişi çalmış, ama düşüncelerini pek azı anlayabilmişti. Cameron'un ilkeleri arasında bina sahiplerinin anlayabildiği bir tane varsa, o da mali ekonomiydi. Cameron da o ölçüde kazanmaktaydı. Avrupa ülkelerinde, özellikle de Almanya'da, çoktan beri yeni bir mimari ekolü belirmişti. Dört duvar yapıp üzerine yassı bir çatı koymaktan, az sayıda açılış yeri bırakmaktan oluşuyordu. Buna Yeni Mimari denmekteydi. Cameron'un uğruna savaş verdiği o amaç, yani rasgele konmuş kurallardan kurtulma savaşı, oralarda kazanılmış, ama bu sefer yeni gelen özgürlük de yaratıcı mimarın üstüne yeni ve büyük bir sorumluluk daha yüklemişti. Çünkü artık tüm çabalardan kurtulmaya gelmişti sıra. Tarihsel üslupları inceleme çabasından bile. Derken akım ilerleyince, yepyeni bir dizi katı kural daha oluştu. Bilinçli yetersizlik disiplini, yaratıcılık yoksulluğu artık bir sistem haline gelmişti. Sıradanlık övünülerek itiraf edilmekteydi.
Bütün iğrenç hareketlerin de kökü o değil mi? Bencillik değil, benliğin yokluğu bu. Bir bak o insanlara. Hile yapan, yalan söyleyen, ama görünüşte saygınmış gibi davranan adam. O aslında kendisinin namussuz olduğunu biliyor, ama başkaları onu namuslu sandığı için, çevreden bir saygı topluyor, oradan kendine elden düşme bir özsaygı çıkarıyor. Kendi yapmadığı bir şeyin alkışını toplayan adam. O da kendinin sıradan biri olduğunu biliyor, ama başkalarının gözünde büyük. Bir de aşağıdakilere sevgi duyduğunu söyleyip, o yeteneksizlere satılan, o yolla kendi üstünlüğünü kanıtlamaya kalkanlar var. Tek amacı para kazanmak olan adam var. Ben para kazanma arzusunda bir kötülük görüyor değilim. Ama para, yalnızca bir amaca giden araçtır. İnsan onu kendi özel bir amacı için istiyorsa, sanayiye yatırım yapmak, bir şeyler yaratmak, incelemeler yapmak, seyahat etmek, lüksün tadını çıkarmak için istiyorsa, bunda ahlakdışı bir şey yok. Ama parayı en ön plana yerleştiren insan, çok daha ileri gider. Kişisel lüks kavramı çok sınırlı bir şeydir. Onların istediğiyse gösteriş. Göstermek, şaşırtmak, eğlendirmek, etkilemek. Hep başkalarına dönük. Bunlar da elden düşmeci. Kültürel girişim dedikleri şeylere bak. Adamın biri konferans veriyor, birinden ödünç aldığı, kendisi için hiç önem taşımayan şeyler söylüyor. Dinleyenler için de önemsiz o şeyler. Ama kalkıp gitmiyorlar. Dinliyorlar. Sonradan dostlarına, ünlü birinin konferansını dinledik diyebilmek için. Hepsi elden düşmeci.
Basit taşlardan yapılmış evlerdi. Yeşil yamaçlardan fışkırmış kayalara benziyorlardı. Cam da çok kullanılmıştı. Büyük tabakalar halinde camlar. Sanki güneş bu binaları bitirmek üzere, içeriye davet ediliyormuş, güneş ışığı da binanın bir parçası haline geliyormuş gibi. Pek çok ev vardı. Küçüktüler. Birbirinden ayrı ve uzaktılar. Birbirinin eşi olan iki tane yoktu içlerinde. Ama hepsi de, aynı temanın varyasyonları gibiydiler. Yorulmak bilmez bir hayalin çaldığı bir senfoni gibi. İnsan burada, bunu gerçekleştirebilen kuvvetin güldüğünü, kahkahalar attığını duyabiliyordu. Sanki o güç başını alıp koşmuş, koşmuş, kendini tüketmeye çalışmış, ama yine de yolun sonuna gelmemiş gibi. Müzik, diye düşündü genç adam. Müziğin vaadi. Onun gerçekleşmesi, somutlaşması. İşte, karşısındaydı. Onu göremiyor, ama akorlarını duyabiliyordu. Herhalde düşüncenin, görüşün ve sesin de bir ortak dili var, diye düşündü. Matematik miydi o ortak dil? Mantığın disiplini. Müzik matematikti tabii. Mimarlık da taşlardaki müzikti. Başı dönüyor, bunun nedenini kendisi de biliyordu. Şu aşağıda gördüğü yer gerçek olamazdı da ondan.
Reklam
94 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.