m

Musa Anter

0 member
Okulumuzda Eliye Ehmed Axa’nın iki oğlu Ehined ve Senanîk de bizimle oku­yordu. 1932 senesinde Omeryan’da bir hadise oldu. Diyarbekir’den bir tugay asker gelmiş ve Omeryan’da, o zamanki tabir ile temizlik harekatına başlamıştı. Korkudan, köylerdeki erkekler­ den çoğu dağlara kaçmıştı. Tixup dağında askerle Eli Ağa, iki kardeşi ve on dört adamı karşılaşırlar, çatışma sonunda onyedisini de, kimi sağ kimi ölü, kimi de yaralı ele geçirirler. Askerler hepsinin kafasını keserek, gövdelerini oraya bırakırlar. Anlatıldı­ğına göre, sağ ele geçen Ehmede Dreî adındaki delikanlının ka­fası kesilince, kafasız ayağa kalkmış ve bir müddet koşmuştur. Bunların kellelerini karpuz gibi çuvallara doldurup halka göste­riyorlardı. Nihayet bu kelleler bizim Akarsu’ya kadar geldi ve orada köy hocasına teslim edildi. Hoca da bu kelleleri yıkamış, üç ağanınkini bir torbaya, on dört adamın kellesini de bir çuvala koyup, bizim bahçenin bitişiğindeki mezarlığa gömmüştü.
Bir gün uzun yürüyüşe çıktık. Yakacık’ta mo­la vermiştik. Kurmay yüzbaşı ve daha sonraları orgeneral olup İs­tanbul Sıkıyönetim komutanı olan Refik Tulga ata binmişti. Ar­navut Süleyman adlı, hukuktan arkadaşım, hemen yanımda mü­kemmel bir at taklidi ile kişnedi. Yüzbaşının atı şaha kalktı. Yüz­başı, az daha atından aşağı düşüyordu. Bu nedenle üzerimize yürüyerek “Ver ulan kimliğini” dedi, kimliğimi aldı. Ben o vakit Layka fotoğraf makinamla Vakit gazetesinin muha­birliğini de yapıyordum. Gazete Asım Us’undu. Bu Us’lar üç kar­deştiler ve hiçbirinin çocuğu olmamıştı. Neyzen Tevfik, Us kar­deşlere ‘ekaniyi selase’ yani ‘üç helalar’ derdi. Ordu komutam Fahrettin Altay’ın bir kamp ziyaretini fotoğraflayıp, dalkavukça bir haberle gazeteye bildirmiştim. Bu yüzden Asım Eren beni se­verdi. Arkadaşım Süleyman’ın ödü kopmuştu. Akşam olunca komu­tanlığa çağrıldım. Arkadaşlar benim için, adeta mateme girmiş­lerdi. Çünkü Asım Eren meydan dayağı çekmesiyle meşhurdu. Gittim. Asım Eren beni görünce, “Vay sen ha!” dedi. “Ben deği­lim” dedim, “inanın ki, beni idam bile etseniz at gibi kişnemesi­ni beceremem.” Bunun üzerine “Peki kimdi?” diye sordu. Ben “Komutanım müsaade edin de söylemeyeyim. Siz burada bize, askerlik, mertlik ve erkeklik terbiyesi veriyorsunuz. Muhbirlik bize yakışır mı? Ben yapmadım ama ne ceza verirseniz verin, ben askerce arkadaşımı ihbar etmeyeceğim!” deyince; “Aferin oğlum. Ama o eşeğe söyle bir daha yapmasın” yollu tembihte bulundu.
Reklam
Tatlı bal misali bir diğer hatıram da, berî’dir. Hani, Kürtlerde Berivan adı var ya... Sürü sahipleri beş ay hesaplayarak, koyun ve keçilere koç ve teke salarlar. Bilirler ki, bu hayvanların gebelik süresi beş aydır. Her bölgenin iklimine göre hayvanların doğum yapmaları, keskin soğukların geçmesi hesaplanarak çiftleşme za­manları ayarlanır. Mesela bizim yöremizde bu, Eylül ayında yapı­lır. Böylece koyunların doğumları Şubat ayına ayarlanmış olur. Şubat ve Mart aylarında koyunlar sağılmaz, tüm sütlerinin yavru­ları tarafından emilmesi sağlanır. Ama Nisan ayı gelip her taraf yeşermeye başlayınca berî başlar. Sağıma, genellikle kızlar ve genç kadınlar gider. Bunlar daha evvel hazırlıklarını yapar, renk­li, püsküllü tûr denilen büyük çantalarının içine tuluklarını ko­yarlar. Çobanın sürüyü getirdiği yere neşeyle, şarkıyla giderler. Onların bu neşelerine, biz çocuklar da katılır, baharın çoşkusunu yeşillenmiş tabiatın kırlarında koşarak yaşardık.
okullardaki başarılarım ve biraz da yazarlığa hevesim şurdan geliyordur: Ailemiz küçük çapta bir toprak ağası durumundaydı. Toprak ağalarının mali kaynakları bir nevi aile vakfı gibidir. Atalarım ve babamdan son­ra annem aynı ananeyi sürdürdü. Bizde oda dediğimiz bir nevi imaret ve kervansaray bileşimini andıran bir yer vardır. Bu odaya misafir edilen her yolcu, herhangi bir karşılık alınmaksızin ge­rekli ikram gösterilerek ağırlanırdı. Üstelik para ve eşya alan dengbejler, stranvan ve dervişler sık sık gelirdi. Bunlar, hikaye, destan ve Kürt folklorunun tüm şarkılarını söyler ve çalgılarım icra ederlerdi, llahiciler de yalnız kendilerince günah olmayan erbane defleri ve yanında xalîle dedikleri zilleri çalarak dini me­tinleri okurlardı. Kürt klasik şairlerinin divanlanndan kasideler söylerlerdi. Şimdi anlıyorum ki, bunların çoğu Melaye Cizîrî ve Feqiye Teyran divanlanlarından alınmaymış. Osmanlılar zamanında ve yeni kurulan Cumhuriyet devrinde Kürtlere yapılan tüm zu­lüm ve soykırımlar, idamlar ve sürgünlerde yaşanan acı olayları, şairlerin mersiye tarzında dile getirmeleriymiş bunlar.
Feslêyê Husenê Sarê
Bu arada Cumhuriyet kuruldu. Yukarıda bölgemizin başına ge­len felaketleri anlatmıştım. Zaten, köyümüzden başka, 25 köylük Temikan Aşireti Suriye’de kalmıştı. Köyümüzdeki gençler de Su­riye’ye göç etmişlerdi. Öyle ki, köyde muhtar olacak erkek kal­mamıştı. Annem, bir ara, Birinci Dünya Harbinde askerlik yap­mış Sileman Temo adlı bir ihtiyarı parayla tutup muhtar yaptı. Çünkü muhtar çat-pat, gel-git’li Türkçe biliyormuş. Ama bir se­ne sonra muhtar ölünce annem mecbur kalmış, köy muhtarı ol­muştu. Tahmin ediyorum ki bir araştırma yapılırsa annem Türki­ye’deki ilk kadın kamu görevlisidir.
Diyeceksiniz ki, “Niye senin tüm ailen İsveç’te yaşıyor? Bu bir nevi muhacerat veya sürgün değil midir? Öyledir. Çünkü ilko­kuldan Anter, Kadıköy mühendislik Okulu’na girinceye kadar yüzlerce defa gece yarılarında polis evimi basmış, hanım ve ço­cukların en mahrem yerlerine kadar aramalar yapmışlardı. 1959’dan 1963’e kadar doğru dürüst çocuklarımın başında bulu­namadım. Hep hapis ve sürgünde idim. Öyle olmuştu ki, çok sev­diğim vatanımızdan ve bu şerefli vatanın idaresini layık olmaya­rak eline geçiren idarecilerden nefret ediyorduk. Ve anladığımız kadarıyla insanlık alanında tam negatif Türkiye’nin pozitifi olan İsveç’i, kendimize, içimiz kanayarak ikinci vatan seçtik.
Reklam
52 öğeden 41 ile 50 arasındakiler gösteriliyor.