Zaman şüpheler ve vehimlerle doluydu. Kökleri çok derinlere, kadim geçmişe uzanıyor, ne azalıyor, ne çoğalıyordu. Evrenin tamamını kuşatan o güç içerisinde geçmişin, geleceğin veya şimdinin gerçek anlamı neydi? Bilinmezlik içindeki hakikatin yürüttüğü o hükmü bir türlü öğrenmek mümkün olmuyordu. Zaman denilen şey, varlığın tamamını ve insanın tüm hücrelerini kontrol ederek beraberinde sürükleyip götürüyordu, o kadar. Belki bu bir değişim ve dönüşümün kuralıydı. Hatıralar veya hayaller... Zaman hem dost, hem düşmandı. Hem mazlum, hem zalim. Aktıkça köpüren bir nehir, durdukça kuduran bir şehir... Özlem ve sevdanın tuzağı. İyi ile kötünün, iyilik ile kötülüğün yolunu ayıran bir despot. Bazen rahmette zahmet, bazen zahmette rahmet... Hayırda şer, şerde hayır... Bütün bunlar zamanın kalple alâkalı olduğunu da gösteriyordu; mutluluk ile çoğalıyor, keder ile yitip gidiyordu. Bir çizgiydi sanki, sonu yok bir çizgi, başı olmadığı gibi. Ne bir tezgâhta dokunuyor, ne bir rengi var. Allah, insanlara birer parçasıni bölüştürüvermiş. Kalbin atışıyla birlikte başlayıp kalbin susmasıyla sona eren bir vehim. Ama aynı zamanda Eflatun'un mağarasındaki gölgeye kimliğini veren cevher...