Çocukken korkar mıydım mezarlıklardan, hatırlamıyorum bile. Büyüklerin çekindiğini biliyorum o zamanlar. O zamanlar dediğim, ozamanlar değil, daha küçüklüğüm, İstanbul'da geçen belli belirsiz hatırladığım zamanlar. Sonra hep aynı şeyler olur ya; sürülür birisi oradan, birisi onun peşinden sürüklenir kendisine ve her şeye uzak olan bir başka diyara. Istanbul'a ayak bastiğim an bir iki gün önce geride bıraktığı şehre geri dönen birisi gibi olmayışım bu yüzdendi. Istanbul da başkaydı, ben de başkaydım. Otobüsten indiğim an başladı yabancılığım. Bu yabancılığı zihnimde başkalaştıran, öncekinden farklı kılan neydi düşünmek istemedim. Yabancıydım zaten, ama şimdi başka türlü bu yabancılık demediğim için üzerine düşünüp değişik olan nedir diye üzerinde durmadım. Bu da artık içimde bir kor gibi taşıyacağım adamdan öğrendiğim bir şeydi belki. Kabulleniş. Kabulleniş dendiğinde zihinde yaptığı çağrışımı bildiğim için söylemeye çekiniyorum, çünkü öyle bir şey değil, başka bir şey ama anlatamam.
İstemiyorum. O an da istemiyordum. Otobüsten inip başka bir otobüse bindiğim zaman. Beyazıt meydanında indiğim zaman, etrafa bakarak, serin bir sabah ve meydanın olağan hafta içi kalabalığı arasında, içinde, hem onda olup, hem ona mahkum olup, hem ona sürgün edilmiş olup, hem buna içtenlikle razı olarak, özgürlüğü içinde duyarak ama da içinde duyarak.
O zaman da ağladığımı hatırlamıyorum. Aklıma kazınmış olan onun yokluğuydu. Yok olmak, bir kez olan bir şey sanı lir. Degildir halbuki. Öldü. Ölümü bir andı. Yokluğu sürekli Sonra... ne bileyim.
Çayın soğumuş. Çok konuştum değil mi?