İhsan Oktay Onar'ın bu muhteşem kitabında tek eksik olan bir sözlük. Bu kitap kelime dağarcığınızı geliştiriyor...
İhsan bey'in bu kadar kelimeyi nasıl öğrendiğini merak ediyorum doğrusu. Bir elimde kitap, Bir elimde tablet. Tableti sözlük olarak kullanıyorum. Şu an itibari ile 10 sayfalık bir sözlüğüm oldu. Bu sebeple bu kitabı bitirmek öyle
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
Keşan müftüsü izah etti, "Noel baba dürüst adam olsaydı, bacadan değil, kapıdan girerdi" dedi.
Aslında...
Dolaptan girdi.
Buzdolabından!
Hıristiyan filan diyorlar ama, Papa dahil, kimsenin umurunda değildi. Taaa ki , 1930'a kadar... Amerikan zekası Coca Cola, günde 9 milyon şişe satıyor, ne yapsak da daha fazla satsak diye kafa
Limonata, lavanta, piyata, kukuleta gibi lokanta kelimesi de dilimize İtalyancadan, yani Venedikliler ve Cenevizlilerden gelmiş, kökleşip kalmış, hâlâ da duruyor.
"Ama rüyalarımda tuhaf, peçeli kişiler ve korkunç gölgeler hareket ediyordu.
Uzaktan gelen bir ses benimle alay ediyordu. Sonlara doğru kendimi çadınmda bu yatakta yatarken gördüm.
Üstüme cüppeli ve kukuletalı biri eğilmişti. Kımıldayamıyordum.
Sonra kukuleta düştü ve çürümüş bir kurukafanın bana sırıttığını gördüm.
Sonra da uyandım.”
Makine ne masumları ne de tanıkları kabul eder. Kim inkar edebilir? Kim ellerini temiz tutabilir? Küçük dişli ilk seferinde kusar. İkinci seferde dişlerini sıkar. Üçüncüde alışır ve görevini
yerine getirir. Zaman geçer ve dişlinin tekerciği makinenin dilini konuşmaya başlar: kukuleta, sopa, elektrik, denizaltı, kelepçe, askı. Makine disiplin ister. En yeteneklileri en sonunda bu işten
zevk almaya başlarlar.
En perişan kafadaki en yırtık pırtık kukuleta bile bir tür önem arz ediyordu; sanki etraftakilere şöyle diyordu: "Şu kukuletayı takan ben, hayatta kalmanın ne zor olduğunu gayet iyi biliyorum. Peki ya sen, şu kukuletayı takan benim, senin canını ne denli kolay alabileceğimi biliyor musun?"
Bir Rum arkadaşıma sevimli bir kız soruyor:
“Biz İstanbul’ a 1984’te geldik. Siz ne zaman geldiniz?”
Arkadaşım sakince cevaplıyor “3000 yıl önce.”
Bu hayatın bizim gibi farkına varmadılar, bunun hazzını çıkaramadılar.
Bir Rum evinden gelen bir tepsi musakkaya karşılık annenin gönderdiği bir Anadolu mantısı
ya da bir Ermeni evinden gelen midye
Kafasına siyah kukuleta geçirilmiş adam, yaralı koluyla çocuğunu bağrına basmış, tozlu kirli sol elini, korkudan ya da geçirdiği havaleden yarı baygın oğlancığın alnına koymuştu. Dünyanın bütün sevgisi o ince parmaklı zayıf elde toplanmıştı sanki; öyle yumuşacık, okşar gibi, incitmekten çekinerek... Başı öne eğikti, dudaklarının kıpırdadığı fark edilmiyordu, ama çocuğun terden kirden alnına yapışmış siyah saçlarına değiyordu çenesi. Kafasına geçirilmiş; aşağılanmanın, yenilginin, belki de ölümün simgesi lanetli kara çuvalın altından çocuğuna sevgi sözcükleri fısıldıyordu besbelli. Korkma, bu bir oyun, diyordu belki de. Oğlunu bütün bir dünyaya karşı korumak istercesine sanki koruyabilirmiş gibi ve koruyamayacağını bilmenin çılgın, umarsız kederiyle yaralı koluyla ve yüreğiyle sıkı sıkı sarılmıştı ona. Çocuğun, babasının kolundan sızan kana bulanmış yüzünde, yarı yumulu gözlerinde ne korku, ne gözyaşı, hafifçe aralanmış ağzında ne sitem, ne feryat; bir daha hiç konuşmayacağı, hiç ağlamayacağı besbelli bir suskunluk.