çocuk edebiyatında orijinalliğe, yaratıcılığa, çocukların hayal güçlerinin bile sınırlarını zorlayacak kitaplara önem veriyorum. ama bazen en güzel, en özel hikayeler böyle basit, zamansız ve evrensel olanlar oluyor, böyleleri akılda ve kalpte uzun yıllar kalıyor. the little house, ilk kez 1942’de yayımlanmış ve o zamandan beri birçok dile çevrilmiş, kim bilir kaç neslin kitaplığında yer etmiş bir çocuk kitabı. elimdeki baskı abimden bana kaldı. annem, biraz hikayesine, biraz illüstrasyonlarına bakarak anlamaya, türkçe’ye çevirmeye çalışır, bize öyle okurdu. çocukluğumu oluşturan sıcacık parçalardan biriydi. hikayesi şöyle; kırsalda küçük, pembe bir ev inşa eden bir adam, bu evi büyük büyük büyük torunlarına miras bırakıyor, kimsenin evi satmamasını ve tüm ailenin hep orada yaşamasını vasiyet ediyor. küçük ev elma ağaçlarının, papatya tarlalarının çevrelediği tepecikte yaşamaktan çok mutlu olsa da, bir yandan da geceleri ışıklarını gördüğü şehirdeki yaşamı merak ediyor. gün geçtikçe küçük ev’in yaşadığı köy şehirleşiyor, etrafında yollar, binalar, fabrikalar yapılıyor. artık mevsimlerin değişimi, eskisi kadar güzel manzaralar sunmuyor, çünkü şehirde bütün mevsimler birbirine benziyor. böylece küçük ev, şehrin göbeğinde yaşamanın, onu uzaktan izlemek kadar keyifli olmayabileceğini keşfediyor. hikaye de, kitabı bu kadar güzel kılan illüstrasyonlar da virginia lee burton’a ait. maalesef türkçe baskısını bulamadım, sanırım hiç çevrilmemiş. olur da bu hazineye kıyıda köşede rastlarsanız, kesinlikle bir şans verin.