Gerçek bir insan, kendisiyle ne kadar derin bir yakınlık kursak da, büyük ölçüde duyularımız tarafından algılanır, yani saydam değildir, duyarlılığımıza, taşıyamayacağı bir yük bindirir. Başına bir felaket geldiğinde, ona ilişkin kafamızda taşıdığımız bütünsel kavramın ancak küçük bir bölümü çerçevesinde duygulanabiliriz; dahası, o da kendisine ilişkin bütünsel kavramının ancak bir bölümü çerçevesinde duygulanabilir. Romancının buluşu, ruhun nüfuz edemediği bölümlerin yerine, eşit miktarda manevi, yani ruhumuzun özümleyebileceği unsur koymaktı. Bu noktadan itibaren, bu yeni türdeki varlıkların eylemlerinin, duygularının, biz onları kendimize mal ettiğimize, artık bizim içimizde oluştuklarına, kitabın sayfalarını coşkuyla çevirirken nefes alıp verişimizi, bakışlarımızın yoğunluğunu onlar belirlediğine göre, bize gerçek gibi görünmesinin ne önemi vardır? Romancı bizi bir kez bu duruma soktuktan sonra, yani bütün duyguların, tamamen içsel durumlardaki gibi on kat arttığı, kitabının, bizi bir rüya misali, ama uyurken gördüklerimizden daha açık seçik, hatırası daha uzun sürecek bir rüya misali allak bullak edeceği bir duruma soktuktan sonra, bir saat boyunca, gerçek hayatta sadece birkaçının yaşanması bile yıllar sürecek ve en yoğun olanları, meydana gelişlerindeki yavaşlıktan ötürü algılanamayacak, dolayısıyla da asla görünürlük kazanamayacak, olası bütün mutlulukları ve talihsizlikleri peş peşe yaşatır bize.