" ... zaman taşkın bir dere gibi akıyor bu mahallenin içinden. Kimi o derenin suyunu içiyor, kimi o suda kirlerini temizliyor, kimi de içinde boğuluyor."
Hayat, katılaşmaya yüz tutmuş kimyası bozuk bir sıvı ağır ağır aşağıya doğru akıyordu. Ve ben bu kimyanın oluşmasında payıma düşen sorumluluğu bir türlü tarif edemiyordum.
Özel bir İstanbul merakım yok aslında, Dolapdere’yi de bilmem. Ben Ankara insanıyım ve Afyon. Ama bu kitapta Mine Söğüt ne de güzel anlatmış. Merak etmeyeni, kitabı öylesine eline alanı bile içine çekiyor.
Eskiden, yani 6-7 Eylül olaylarından önce, envai gayrimüslim azınlık yaşarmış bu semtte. Sonra yine envai azınlık gelmiş yerleşmiş. Çünkü bu insanlar evlerini eşyalarıyla birlikte terk etmek zorunda kalmışlar can korkusundan. Şimdi yaşayan insan manzalarına da şöyle bir dokunduruyor, hatta eskiden yaşayanlardan daha çok dokunduruyor bizi yazar. Kürtler, Ezidiler, Çingeneler, İslamcılar…
Belki en etkileyici yer kitabın son kısmı idi. Orada İstanbul’un Mine’ye mektubu var. İstanbul ağzından kendi hayat hikayesini anlatmış aslında, sıkıcı olması beklenir biraz ama çok eğlenceli olmuş bilakis.
Velhasıl, Mine’dir okunur, İstanbul’dur okutur.
Dünü yaralı, bugünü riskli ve yarını meçhul insanlar başka başka kitapların, başka başka inançların vaatleriyle umutlanır ama tanrılarına yakardıkları kadar sitem de ederler.